Loraine Boettner
REFORMASYONDAN ÖNCE
Önceden belirleme doktrininin dördüncü yüzyılın sonlarına doğru gelmeden önce özellikle üzerinde çalışılan bir konu olmadığının anlaşılması bazılarını şaşırtabilir. Erken dönem kilise babaları, iman, tövbe, bağış, dua ve vaftize boyun eğme gibi iyi işlere kurtuluşun temelleri olarak öncelik vermişlerdi. Tabii ki kurtuluşun Mesih’in aracılığıyla olduğunu öğretmişlerdi fakat yine de insanın müjdeyi kabul veya reddetme konusunda mutlak bir güce sahip olduğunu düşünmüşlerdi. Yazılarının bazılarında Tanrı’nın herşeye hakim olduğu görüşü belirirken bazlarında ise insanın iradesinin mutlak özgürlüğü anlatılmaktaydı. Her ikisini birden aynı anda kabul edemeyeceklerine göre Önceden Belirleme doktrinini ve bununla birlikte Tanrı’nın mutlak olarak herşeyi önceden bilmesi doktrini reddettiler. Bu kilise babaları insanın özgür iradesinin ve lütfun bir şekilde birlikte çalıştıkları bir sinerjistik öğretiyi benimsediler. Kişi için insanın kendi kurtuluşunu sağlayabileceği düşüncesinden birden vazgeçmek hiç de kolay değildi. Fakat uzun ve yavaş bir sürecin sonunda, kurtuluşun işlere bakılmaksızın bağışlandığı bir armağan, sonsuzlukta belirlenmiş ve Tanrı’nın her safhada yazarı olduğu bir kurtuluşun yüce gerçeği anlaşıldı.
Hristiyanlığın bu baş gerçeği ılk olarak açık bir şekilde batının ruhla dolu teoloğu olan Augustine tarafından görülmüştür. Günah ve lütuf doktrinlerinde ilk teologlardan daha da öteye giderek lütfun karşılıksız seçimini ve kurtuluşun sadece seçilmişlerle sınırlandığı kesin bir amacı öğretmiştir. Kilise tarihiyle alakası olan herhangi birisinin inkar edemeyeceği bir şekilde Augustine iyi ve harika bir adamdı ve sağlam öğretinin ve gerçek dinin uyanışına sağladığı katkıları ve çalışmaları göz önüne alındığında Pavlus ve Luther arasındaki herhangi bir kişiden daha da fazla katkı sağlamıştı.
Augustine’in günlerinden önce kilise, genel olarak kilisenin içerisinden kaynaklanan sapkın öğretileri ve yine içerisinde bulunduğu pagan dünyadan gelen saldırıları çürütmekle meşguldu. Bunun sonucu olarak da doktrinin sistematik olarak gelişimine çok küçük bir önem ayrılmıştı. Önceden belirleme doktrininin de bu çağda çok az dikkate değer bir şekilde görülmesinin nedeni ise Roma İmparatorluğunda oldukça yaygın olan Kadercilik doktriniyle sık sık birbirine karıştırılması eğilimidir.
Fakat dördüncü yüzyılda daha oturmuş bir döneme ulaşıldı, teolojide yeni bir döneme girildi ve teologlar öğrettikleri konuların doktrinsel içeriklerine daha da önem vermeye başladılar. Augustine’in günah ve lütuf doktrinlerini geliştirmesinin nedenlerinden bir tanesi Hristiyanlığa dünyasal bir yaşamdan koparak gelmesi diğer bir nedeni ise Pelagiyus’un öğretisini çürütmenin gerekliliğiydi. Pelagiyus’a göre insan doğal konumunda kurtuluşunu sağlayabilirdi ve Adem’in düşüşü insanlık için kötü bir örnek olma dışında ufak bir etkiden başka bir şeye neden olmamıştı. O’na göre Mesih’in yaşamı insanlara iyi bir örnek teşkil ediyordu ve ölümünde Mesih, ilk Hristiyan şehitten biraz daha fazla önem taşıyan bir hareketti. Pelagiyus Tanrı’nın özel ilahi takdiri altında olduğumuz düşüncesini tamamen reddetmişti. Bu görüşlere karşılık olarak Augustine tam tersi bir doktrin geliştirdi. Augustine bütün insan ırkının Adem’de düştüğünü, bu nedenle doğaları gereği bozulmuş ve ruhsal olarak ölü olduklarını, iradenin günah işlemek için özgür fakat Tanrı için yapılabilecek herhangi bir iyi iş söz konusu olduğunda özgür olmadığını, Mesih’in halkı için zaferli bir şekilde acı çektiğini ve kurtaran lütfun etkin bir şekilde Kutsal Ruh aracılığıyla seçilmişlere verildiğini öğretti. Bu şekilde Augustine, Pavlus’u ilk olarak doğru yorumlayan kişi oldu ve kilisenin doktrinini kabul ederek güvence altına almasında başarılı oldu.
Augustine’den sonra ilerlemeden çok gerileme baş gösterdi. Cahillik bulutu insanları kör etti. Kilise her geçen zaman daha da şekilci bir hale geldi ve kurtuluşun sadece dışsal kilise aracılığıyla gelebileceği düşünülmeye başlandı. Doğruluk kazanma sistemi doruk noktasına “endüljans kağıtları”nın satılmaya başlanmalarıyla ulaştı. Papalık kurumu kilisesel olduğu kadar politik bir şekilde büyük bir gücü elinde bulundurdu ve Katolik Avrupa’nın hemen hemen her yerinde ahlaki durum neredeyse dayanılmaz bir noktaya geldi. Rahipler bile ümitsiz bir şekilde bozuldular ve insanlığın en kötü günahları bile Papa John XXIII ve Alexander VI. yaşamlarını mahveden günahlardan daha temiz gözükür bir hale geldiler.
Augustine’in zamanından Reformasyon’a kadar, önceden belirleme doktrinine çok az önem verilmişti. Bu zaman sürecinden yalnızca iki kişiyi örnek olarak vereceğiz. Bunlardan ilki, önceden belirleme doktrinini öğrettiği için hapse atılan Gottschalk diğeri ise İngiltere yaşamış olan ve “Reformasyonun Sabah Yıldızı” adı verilen Wycliffe’di. Wycliffe, Kalvinist bir reformcuydu v Tanrı’nın mutlak olarak her şeye hakim olduğunu ve herşeyin önceden belirlendiğini öğretti. Wycliffe’in inanç sistemi kendisinden sonra Luther ve Calvin tarafından öğretilen doktrinlere oldukça çok benziyordu. Ayrıca Waldensian’lar da Reformasyon zamanından önce yaşamış olan ve önceden belirlemeye inanmaları bakımından Kalvinist olarak adlandırılabilecek başka bir gruptu.
REFORMASYON
Reformasyon özü bakımından Agustinyanizm’in tekrardan uyanışı ve müjdesel Hristiyanlığın köklerine geri dönüşüydü. Reformasyon’un ilk lideri olan Luther’in Agustinci bir keşiş olduğu ve en önemli prensibi olan sadece ve yalnızca imanla aklanma öğretisini bu öğretiden yola çıkarak hazırladığı hatırlanmalıdır. Luther, Calvin, Zwingli ve o döneme ait diğer şahane reformcuların önceden belirleme öğretisine sıkı sıkıya bağlı oldukları bilinmektedir. Luther, “İradenin Tutsaklığı” adlı kitabında (Bu kitabın kısa bir özeti türkçeye de çevrilmiştir.) bu doktrini emin bir şekilde ve diğer reform teologların arasında görülmeyecek bir şekilde yüksek bir tansiyonla savunmuştu. İlk yazılarında Melanchton, Önceden belirleme doktrinini Hristiyanlığın temel prensiplerinden biri olarak tanımlamıştır. Bununla birlikte daha sonraları bu düşüncesini değiştirmiş ve kurtuluş sürecinde insanın ve Tanrı’nın birlikte çalıştığı bir tür sinerjistik öğretiyi benimsemiştir. İlk Lutheran Kilisesi tarafından benimsenen ilk görüş ise zamanla değiştirilmiştir. Daha sonra gelen Lutheranlar tamamen bu doktrinden vazgeçmiş, Kalvinist şekli reddetmiş ve evrensel lütuf ve evrensel kefaret doktrinlerini kabul etmişlerdir. Bu doktrin konusunda Luther’in Lutheran Kilisesi’ndeki durumu Augustine’in Roma Katolik Kilisesi’ndeki durumuna benzemektedir – susturmak yerine hayranlık duyulan ve eşsiz bir otoriteye sahip olan bir heretik.
Luther’in attığı temelin üzerine Calvin daha da büyük bir şekilde inşa etti. Reformasyonun temel prensiplerini anlayış şekli, bu prensipleri yerine getirebilmesini ve geniş bir alanda uygulayabilmesini sağladı. Luther imanla kurtuluşa önem vermiş ve bu nedenle temel aldığı prensibi az çok subjektif ve antropolojik iken Calvin, Tanrı’nın herşeye hakim oluşu düşüncesi üzerinde durarak daha objektif ve teolojik bir prensip geliştirmiştir. Lutheranizm daha çok uzun ve yorucu bir arayıştan sonra kurtuluşu bulan ve Tanrı’nın huzurunda güneşlenmekle tatmin olan bir adamın diniyken Kalvinizm, bu noktada kalmayarak Tanrı’nın insanı nasıl ve neden kurtardığını sormuştur.
Froude şöyle demektedir : “Reformcuların daha keskin ve katı bir lidere ihtiyaçları vardı ve bu lideri John Calvin’de bulmuşlardı. Zor zamanlar için zor adamlara ve gerçeğin ve yalanın yan yana yattığı kökleri kazıyabilecek akıllara ihtiyaç vardır. Dinin askerleri için “lanetlenmiş şeyler”in kamp alanında olması kabul edilemez birşeydir. Bu gerçek için Calvin için söylenebilir çünkü ne ondan başka hiç kimse kilisenin inanç açıklamalarındaki lekeleri keskin bir şekilde farkedebilirdi ne de bütün Avrupa’da kesin bir şekilde yanlış olarak görüleni tespit edecek yıkacak ve yok edecek kadar kararlı bir reformcu vardı. O bu konuda öylesine azimliydi ki sadece yıkmakla kalmamakta yerine en son parçasına kadar pratik yaşamın bir kuralı olarak doğruyu ve gerçeği koymaktaydı.”
Bu sözler Oxford Üniversitesi’nin ünlü tarihçisi Froude’a aittir. Froude’un yazıları, onun Kalvinizm’e karşı özel bir sevgi göstermediğini açıkça göstermektedir ve aslında Froude sık sık Kalvinizm’i eleştiren birisi olarak tanınmaktadır. Bu sözler yalnızca düşünce sistemine bakarak tarafsız bir sonuca ulaşan büyük bir bilimadamından bir alıntıdır.
Başka bir yerde Froude şunları söylemektedir: “ Kalvinistler’e genel olarak hoşgörüsüz denmektedir. Sizi öldürmeye çalışan bir düşmana hoşgörüyle yaklaşmamak bana oldukça mantıklı gelmektedir… Katolikler zaten harika olan inanç açıklamalarını yeni bir madde eklemeyi seçmişlerdir bu da kendilerinden farklı olanları asmak veya yakmak konusunda her tür hakka sahip olduklarını içeren bir maddedir. Tartışmalarda ellerinde Kutsal Kitap’ı tutan Kalvinistler ise savaşın Rabbi’ne danışmışlardır. Gittikçe daha katı daha sert ve deyim yerindeyse daha da fanatik olmuşlardır. Bu şekilde olmaları ise aşırı derecede normaldir. Dindar kişilerin acı ve üzüntüye katlanmaya alışık oldukları gibi onlar herşeye gücü yeten Tanrı’nın ilahi takdirine sığınmaktadırlar. Tanrı’nın yüklerini taşımaları gerektiği gibi belirlediğine inandıkları sürece yükleri daha da hafifleşmiştir. Fakat Batı Avrupa’daki sayılarını “yalandan nefret eden” kişileri kendilerine çekerek arttırmışlardır. Yarılıp parçalanmış ve ikiye ayrılmış fakat hiçbir güç onlara boyun eğdirememiş veya eritememiştir. Hiçkimsenin kasıtlı yalancılıktan, pislikten ve her türlü ahlaksızlıktan nefret etmediği kadar nefret etmişlerdir. Bugün İngiltere ve İskoçya’da kötülük yapmaktan korkmanın farkına varmak Kalvinistler tarafından insanların yüreklerine işlenen kanaatten kaynaklanmaktadır. Roma Katolikliğini tamamen yok etmekte başarısız olsalar da azılı dişlerini çekmiş ve kendileriyle aynı görüşte olmayanları öldürmelerine izin veren o iğrenilesi prensibi terketmeye zorlamışlardır. Bu noktadan hareketle denebilir ki, Kalvinistler Roma’yı çürümüşlüğünden dolayı utandırarak aslında yeniden canlanmasına yardımcı olmuşlardır.”
Reformasyon zamanında Lutheran kilisesi, Roma Katolikliğinden Reform kilisesi kadar kesin bir ayrım gerçekleştirmemiştir. Aslında bazı Lutheranlar gururlar Lutheranizm’in “ılımlı Reformasyon” olduğuna işaret etmişlerdir. Bütün protestanlar Kutsal Kitap’a en üst otorite olarak danışmaktaydılar. Lutheranizm’deki eğilim olabildiği kadar eski sistemi korumak iken Reform kiliselerindeki eğilim ise korunmak zorunda olmayan herşeyin reddedilmesi olmuştu. Kilise ve devlet arasındaki ilişki sorunu konusunda da Lutheranlar, yerel prenslerin kilise üzerinde büyük etkilerinin olmasına karşı çıkmıyor hatta sınırları içerisinde dini kararlar vermelerine izin veriyordu. Reform kiliseleri ise çok zaman geçmeden kilisenin ve devletin tamamen birbirlerinden ayrılmalarını talep etmişlerdi.
Yukarıda da söylendiği gibi Reformasyon temel olarak Agustinyanizm’in tekrar doğşuydu. İlk Lutheran ve Reform kiliseleri, Orijinal Günah, Seçilmişlik, Etkin Lütuf, Sona Kadar Dayanma konularında aynı görüşlere sahiptiler. O zamanlar gerçek Protestanlık bu şekilde tanımlanmaktaydı. Hastie’nin sözlerini aktarmak gerekirse, “Mutlak Önceden Belirlem fikri genç Reformasyon’un herkülistik gücüydü. Batıl inancın ve putperestliğin şeytanının boğazını sıkarak öldürmüş ve enerjisini ilk doğduğu yerde kaybettiğinde ise hala daha Reform kilisesindeki imanın bel kemiği ve olmaya devam etmiş ve kiliseye bütün denenmelerinden ve zorluklarından zaferli bir şekilde çıkmasını sağlayacak gücü vermiştir.” Rice ise şunları söylemektedir, “Elçilerin günlerinden beri kilise ve dünya tarihinde kaydedilmiş olan en görkemli devrim Tanrı’nın Kalvinizm’in doktrinlerini bereketlemesinin etkileriyle meydana gelmiştir.” Öte yandan bir sistem olark Arminyanizm 1784 yılına gelinene kadar Reformasyon zamanında bilinmemekteydi ve yaklaşık 260 yıl sonra bazı kiliseler tarafından savunulmaya başlandı. Beşinci yüzyılda Agustinyanizm ve daha sonraları Yarı-Pelagiyusçuluk adıyla değiştirilmiş bir modelinin ortaya konduğu Pelagiyusçuluk gibi iki karşıt sistem olduğu gibi Reformasyon zamanında da Protestanlık ve daha sonra Arminyanizm’in de, başka bir deyişle Yarı-Protestanlığın yükselişiyle Roma Katolikliği vardı. Her iki durumda da birbirlerine tamamen karşı olan iki görüş ve bunların yanında bu görüşlerin yumuşatılmış şekilleri olan diğer iki sistem belirmekteydi.
İNGİLTEREDE KALVİNİZM
İngiltere tarihine kısa bir bakış bizlere Protestanlığın zaferini Kalvinizm’e borçlu olduğunu göstermektedir. Kraliçe Mary zamanında Cenevre’ye sığınan önde gelen Protestanların çoğu Kraliçe Elizabeth zamanında kilisede yüksek görevlere getirildiler. Bunlarından arasında Calvin ve Beza’nın çalışmalarının büyük katkı sağladığı ve King James versiyonu çıkana kadar 17. yüzyılın ortalarına kadar en popüler ingilizce çeviri olan Kutsal Kitap’ın Cenevre versiyonunun çevirmenleri de bulunmaktaydı. Kalvin’in etkileri, İngiltere Kilisesi’nin otuz dokuz maddelik inanç açıklamasında ve özellikle de Önceden Belirleme doktrinini açıklayan XVII. maddede görülmektedir. Cunningham, Kral VIII. Henry, VI. Edward ve Elizabeth dönemindeki kilisedenin bütün büyük teologlarının hepsinin önceden belirlemeye ateşli bir şekilde inandıklarını ve Laud’un ve kendisinden sonra devam ettirilen Arminyanizmi’nin ise bu orijinal pozisyondan kaynaklandığını göstermektedir.
Eğer İngiltere’nin gerçek kahramanlarını araştırırsak, saf bir tapınma biçiminde olan ısrarcılıklarını ve saf bir yaşamın onlara verdiği ad olan ve Macaulay’ın onları “belki de dünyada yaşamış en kayda değer insan topluluğu” olarak tanımladığı “Püritanlar”ı buluruz. Bancroft’a göre İngiliz halkının Protestan olmasının nedeni Püritanlardır.
Büyük Kalvinist lider Cromwell kendisini Kalvinizm’in sağlam kayası üzerine kurmuştu ve hizmete çağırdığı askerlerinin de kendilerini aynı sağlam kayanın üzerine kurmalarını istenişti. Sonuç ise dünyanın daha önce hiç görmediği bir şekilde saflık ve kahramanlık için savaşan bir orduydu. Macaulay, “Ne İngiliz adalarında ne de tüm kıtada bu ordunun duruşuna karşı gelebilecek hiçbir düşman bulunamadı.” demektedir. İngiltere’de, İskoçya’da, İrlanda’da ve Galler’de sık sık zorluklarla çevrilen, zaman zaman Püritan savaşçılar sadece galip gelmekle kalmadılar aynı zamanda yok etmek ve kendilerine karşı gelen herhangi bir gücü paramparça etmekte de başarılı oldular. Savaş gününü kesin zafer günü olarak görerek Avrupa’nın kibirli bir şekilde kendisine güvenen en ünlü ordularına karşı yürüdüler. Ve tekrardan, Cromwell’in ordusunu diğer ordulardan ayıran şey kararlı bir ahlak anlayışı ve tüm orduyu kaplayan bir Tanrı korkusuydu. Kral’ın en sadık adamları tarafından bile itiraf edildiği şekliyle tek bir kampta bile ne yeminler duyuluyordu, ne sarhoşluk ne kumar görülüyordu. Uzun süren askerlik dönemleri boyunca barışsever halkın toprakları ve kadınların onuru kutsal sayılıyordu. Hiçbir hizmetçi kız kırmızı ceketlilerin kendilerine karşı gösterdikleri kibarlıktan yakınmıyordu. Kuyumculardan tek bir gram altın bile alınmıyordu.”
Amerika’nın en ünlü iki tarihçisinden birisi sayılan Prf. John Fiske şunları söylemiştir: “Bütün insanlığın gelecekteki politik durumunun İngiltere’de tartışılan sorular üzerine dayandığını söylemek aşırıya kaçmak olmayacaktır. Eğer Püritanlar olmasaydı politik özgürlük dünyadan yok olurdu. Hayatlarını insanlık uğruna adamış herhangi birileri varsa onlar parolaları Kutsal Yazılar, savaş nağraları Tanrı’ya övgüler olan bu amansız eski Ironside’lılardan başkaları değildi.”
Protestan şehitler Piedmont vadisinde öldüklerinde ve papalığa bağlı despotlar kanla yıkanmış mücevherlerini boynuna dolayarak tahtında lüks içinde otururken aynı amaca sahip bir konsey ve halk tarafından desteklenen ve bu zulümlerin sona ermesini öneren kişi Püritan Cromwell’den başkası değildi.
Cromwell’e üç kez İngiltere Tacı önerilmesine rağmen o bu isteği reddetti. Doktrinsel olarak Püritanlar John Calvin’in literal ve doğrudan soyuydular ve onlar ve sadece onlar İngiliz özgürlüğünün kıymetli parıltısını hayatta tuttular. Bu gerçekler göz önüne alındığında hiç kimse Fiske’nin şu sonucuna karşı çıkamaz : “İnsanlığın John Calvin’e olan borcunu fazla göstermek neredeyse imkansızdır.”
“Tarihteki Kalvinizm” adlı kısa ve muhteşem kitabında McFetridge, “Eğer, İngiliz özgürlüğüne son kurtuluşu kim sağladı diye soracak olursak tarih bize şu cevabı vermektedir. Bu kişi, Cenevre okulunda kendi zekasına ve mizacına uygun sert ve keskin bir mantık bulan, dininin anahtarının önceden belirleme doktrini olduğu ve eğer önceden belirleme doktrinini bırakmak zorunda kalırsa Tanrı’nın ilahi takdirindeki bütün inancını bırakmak zorunda kalıp basit bir Epikürcü olacağını söyleyen Orange prensi, ateşli bir Kalvinist olan William’dır. Önceden belirleme ve her şeyi yöneten ilahi takdir tek ve aynı şeyler oldukları için bu görüşünde William haklıdır. Eğer bunlardan birisini kabul ediyorsak, kendimizle tutarlı olabilmemiz için diğerini de kabul etmek zorundayız.” (sayfa 52)
İSKOÇYA’DA KALVİNİZM
Bir din sisteminin pratik meyvelerini keşfetmenin en iyi yolu o sistemin tartışmasız bir şekilde savunulduğu ülkeyi veya insanları incelemektir. Roma Katolikliğini böylesine bir teste tutmak için İspanya, İtalya, Kolombiya veya Meksika gibi ülkelere bakacağız. Bu noktada, insanların dini ve politik yaşamlarında bir sistemin etkilerini görürüz. Aynı testi Kalvinizm’e uygularsak Kalvinizm’in tek dominant öğreti olarak görüldüğü tek bir ülkeyi yani İskoçya’yı görürüz. McFetridge bizlere, Kalvinizm İskoçya’ya ulaşmadan önce “iğrenç bir karanlığın ülkeyi kapladığını ve insanların bütün yaşamlarının üzerindeki sonsuz bir kabus gibi pusuya yattığını” söylemektedir. Smith ise, Kalvinizm İskoç halkına ulaştığında halkın çok büyük bir çoğunluğunun Roma kilisesinin köleleri, rahiplere bağlı, cahil, zavallı, bedenen, zihnen ve ahlaken alçak bir seviyede olduklarını söylemektedir. Buckle bu insanları, “kişiliklerinde ve evlerinde pis, fakir ve zavallı olduklarını, aşırı derecede cahil ve neredeye karakterlerine işlemiş olan batıl inançlara bağlı olduklarını söylemektedir. Knox İskoçya’da Kutsal Kitap’tan Cenevre’de ise Calvin’in ayaklarının dibine oturarak öğrendiği bu muhteşem doktrinleri İskoçya’ya getirdiğinde görülen değişim kayda değerdi. Sanki gece yarısında İskoçya’ya bir güneş doğmuştu. Knox Kalvinizm’i İskoçya’nın dini, Kalvinizm ise İskoçya’yı dünya için ahlaki olarak örnek alınacak bir yer haline getirdi. Kalvinizm’in yayılımının arttığı bir ülkede suçun daha da azalması, dünya ülkeleri arasında en ahlaklı oluşuyla bilinenlerin en çok Kalvinizm’e bağlı olan ülkeler olduğu ve Kalvinizm’in en yüksek derecede görüldüğü yerlerde ulusal ve kişisel ahlakın en yüce seviyesine çıktığı kayda değer bir gerçektir.” “Knox’ın ülkesi için yaptığı bu şeye gerçekten ölümden yaşama diriliş diyebiliriz.” der Carlyle. Froude ise, “John Knox, modern dünyanın bildiği şekliyle kendisi olmadan İskoçya’nın varlığından söz edilemeyecek olan insandır.” demektedir.
Gerçek anlamda İskoç Presbiteryen Kilisesi, Cenevre Reform Kilisesi’nin kızıdır. İskoçya’daki Reformasyon her ne kadar daha da sonra gerçekleşse de İngiltere’deki Reformasyon’dan daha tutarlı ve radikal bir şekilde gerçekleşmiş ve sadece ve yalnızca Mesih’in kilisenin başı olarak tanındığı Kalvinist Presbiteryenliğin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
İlahi takdirin ellerinde olarak İskoçya’daki reformasyonun temel aracı olan bir adamı seçmek tabii ki kolay bir şeydir. Bu adam ise kendisinden daha önce de bahsettiğimiz John Knox’dır.O, dinsel ve sivil özgürlüğün tohumlarını eken ve toplumu değiştiren kişiydi. İskoçya varlığını ona borçludur. Kilise tarihçisi Philip Schaff’ın da dediği gibi nasıl Luther en yüce Alman ise Knox da en yüce İskoç idi.
“İskoç Reformasyonu’nun kahramanı” diye devam eder Schaff, “her ne kadar Calvin’den dört yaş büyük olsa da alçak gönüllü bir şekilde onun ayaklarının dibine oturur ve ondan aldığı öğretilerle Calvin’den daha da Kalvinist olmuştu. John Knox, Kraliçe Kanlı Mary’nin hüküm sürdüğü dönemdeki sürgün yıllarının beş yılını (1554-1559) Cenevre’de geçirmiş ve orada “elçilerin zamanından beri kurulmuş Mesih’in en iyi okulu”nu bulmuştu. Bu örneğin aynısını izleyerek İskoç halkını gözüpek bir cesaret ve enerjiyle ortaçağa özgür bir barbarlıktan modern uygarlığın ışığına yönlendirdi ve Luther, Zwingli ve Calvin’in ardından Protestan Reformasyonu tarihinin en büyük ismi olma ünvanını kazandı.”
Froude şöyle söyler: “ Bu adadaki Reformasyon tarihinde Knox’tan daha yüce bir isim bulabilmek imkansızdır… Şimdi İngiliz tarihinin, Reformasyon’un hala aramızda olmasını sağlayan tek kişiye hakkettiği değeri verme zamanı gelmiştir çünkü Knox’ın yarattığı ruh İskoçya’yı kurtarmıştı ve eğer İskoçya tekrar Katolik olsaydı ne Elizabeth’in rahiplerinin bilgeliği, ne psikoposlarının öğretileri ne de kendi kurnazlığı İngiltere’yi devrimden koruyamazdı. Knox, Lothian’lı köylülere özgür olduklarını ve atalarının üzerinden çiğneyerek geçen gururlu asilzadelerle ve psikoposlarlar Tanrı’nın huzurunda eşit olduklarını öğreten sesti. O, ne Mary Stuart’ın yumuşatabileceği ne de Maitland’ın kandırabileceği bir muhalifti. O, zor, dar görüşlü, batıl inançlı ve fanatik olan fakat yine de ne kralların ne soyluların ne de rahiplerin onları zorba bir yönetime boyun eğmeye zorlayayamacağı ülkesinin fakir halkını cesur ve sert birer halk haline getirdi. Onun ödülü ise adını en çok onore etmesi gerekenlerim minnettarsızlıkları oldu.”
İlk İskoç teolojisi, önceden belirleme prensibi üzerine kurulmuştu. Knox kendi teolojisini direkt olarak Calvin’den almıştı ve en önemli teolojik eseri ustaca ve ikna edici bir şekilde ve İngiltere’de ve diğer yerlerde hızla yayılmaya başlayan gevşek öğretilere karşı çekinilmeden yazılmış Önceden Belirleme doktrini üzerine bir yazıydı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda önceden belirlenme, seçilmişlik, lanetlenmeye seçilmişlik, kefaretin kapsamı ve değeri, imanlıların sona kadar dayanmaları gibi doktrinler köylü halkın oldukça ilgisini çekiyordu. Bu topraklaran bu doktrinler İngiltere’nin güneyine, İrlanda’ya ve Atlantiğin batısına kadar yayıldı. Gerçek anlamda İskoçya’ya “Modern Presbiteryenliğin ana vatanı” denilebilir.
FRANSA’DA KALVİNİZM
Aynı sıralarda Fransa da Kalvinizm’in özgür, bağlayıcı ve durmak bilmeyen ruhuyla kıpkızıldı. Fransa’da Kalvinistler’e Hügenotlar adı verilmekteydi. Hügenotların karakterlerini ise bütün dünya bilmektedir. Ahlaksal temizlikleri ve kahramanlkları kendilerine zulüm edildiği zamanlarda, evlerinde veya sürgünde olsun hem dostu hem de düşmanı kendisine hayran bırakıyordu. Britannica Ansiklopedisi’ne göre Hügenotlar’ın tarihi eşsiz bir mükemmelliğe sahip olarak güçlü dini bir inanışın hiç durmayan gücünü göstermekteydi. Zulümlere dayanmalarını anlatan kayıtlar din tarihinin en kayda değer ve kahramanlık içeren hikayelerinin arasında yer almaktadır. Hügenotlar endüstriyel esnafların sınıfını oluşturmaktaydılar ve dürüstlüğün en yüksek mertebesi anlamına gelen “bir Hügenot kadar dürüst” deyişi Fransa’da bir atasözü haline geldi.
24 Ağustos 1572 yılı Pazar günü Aziz Bartolomeo gününde çok fazla sayıda Protestan Paris’te katledildi ve bunu izleyen günlerde Fransa’nın diğer bölgelerinde şok edici sahneler tekrarlanmaya devam etti. Aziz Bartolomeo katliamında hayatını kaybedenlerin toplam sayısı 10.000 ila 50.000 arasında tahmin edilmektedir. Kilise tarihçisi Schaff’a göre bu sayı 30.000’dir. Bu acımasız katliamlar yüzlerce Fransız Protestan’ın Hollanda’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye ve Amerika’ya kaçmalarına neden olmuştur. Fransa’nın yaşadığı kayıp onarılamaz boyuttaydı. İngiliz tarihçi Macaulay İngiltereye yerleşenlerr hakkında şunları yazmıştır: “Bu sığınmacıların en alçakgönüllüleri bile Avrupada’ki herhangi bir krallıktaki orta sınıf insanlardan entellektüel ve ahlaksal olarak çok üstündü. Kendisi soğukkanlı bir tarihçi olan Lecky, “Nantes fermanının geri alınmasıyla gerçekleşen Hügenot katliamı, Fransa halkının en sağlam, en alçakgönüllü, en erdemli ve genel olarak en aydın sınıfının yok edilmesiydi. Ve bu durum kaçınılmaz olarak ulusal karakterin bozuluşuna ve son olarak da yaklaşık bir yüzyıl sonra hem sunağın hem de tahtın önünde secde etmeyi zorunlu kılacak olan şüphecilik selini yok edebilecek son siperin ise ortadan kaldırılmasına yol açmış oldu.” demektedir.
“Eğer tarihlerini okuduysanız” der Warburton, “ onlara karşı uygulanan zulümlerin ne kadar acımasız ve adaletsiz olduğunu görürsünüz. Fransa’nın en soylu kanları savaş alanlarını sulamış, en zeki beyinleri yerde kaderlerine bırakılmış bir şekilde yığılmış, hapishanelerde açlıktan ölmeye terkedilmiş, Fransa’nın şu ana kadar sahip olduğu en soylu karakterleri ormanda vahşi hayvanlar gibi avlanmış ve merhamet gösterilmeden katledilmişlerdir.” Yine de, “Her bakımdan aynı vatanı paylaştıkları diğer kişiler karşısında ölçülemez bir şekilde üstün bir biçimde durmuşlardır. Hayatlarındaki keskin ılımlılık, ahlaksal davranışlarının saflığı, çalışma alışkanlıkları ve bu dönemde Fransa’nın ulusal yaşamının tamamını bozulmuşluğa terk eden şehvet arzusundan tamamen ayrılışları düşmanları tarafından bile büyük bir saygıyla karşılanıyordu.”
Kralların sefahat içerisindeki yaşamları, aristokrat sınıfından halka kadar yayılmıştı. Din ise kendi zalimliğiyle tutarlı bir çürümüşlük yığını haline gelmiş, bekarlık zinanın ve kirliliğin kaynağı olarak görülmüş, ahlaksızlık, şehvet düşkünlüğü, despotizm ve haraç devlette ve kilisede tanımlamayacak boyutlara ulaşmıştı. Günahların bağışına para aracılığıyla sahip olunabiliyordu. Utanç verici endüljans trafiği ise Papa’nın onayı altında devam ediyordu. Bazı papalar neredeyse günah canavarlarıydı, cahillikleri ağızları açık bırakır nitelikteydi. Eğitim sadece din adamı ve soylular sınıfıyla sınırlı tutuluyordu. Fakat rahiplerin birçoğu bile okuma yazma bilmiyordu ve genel olarak toplum parça parça bölünmüştü.
Bu tek taraflı olmasına rağmen abartılmamış bir anlatımdır. Kilise neredeyse reforme edilemez bir durumdaydı. Eğer herhangi bir değişiklik gelicekse bu değişiklik kilisenin içerisinden değil dışarısından gelmeliydi. Ya hiç bir reformasyon olmayacaktı ya da Roma’ya karşı çıkılacaktı.
Fakat zaman geçtikçe Protestan fikirler Fransa’ya Almanya’dan girmeye başladı. Calvin çalışmalarına Paris’te başladı ve çok geçmeden Fransa’daki yeni hareketin liderlerinden birisi olarak tanındı. Calvin’in gayreti, kilise otoritelerini ona karşı çıkmak üzere ayağa kaldırdı ve bu yüzden Calvin’in için Paris’ten ayrılmaktan başka bir seçenek kalmamıştı. Her ne kadar Calvin Cenevre’ye yerleştikten sonra bir daha hiç Fransa’ya dönmemiş olsa da Fransız Reformasyonu’nun lideri olarak kalmaya devam etti ve her adımda kendisine danışılan bir kişi oldu. Hügenotlara inanç açıklamalarını ve yönetimlerini veren Calvin’di. Papalık’la ve Papalığın soylu destekçileriyle olan mücadelelerinde Fransız Protestanları’nı teşvik eden Kalvinizm’di.
Püritanlar İngiltere’de, Antlaşmacılar (Presbiteryenler) İskoçya’da neyseler Hügenotlar da Fransa’da öyleydiler. Bu her bir farklı ülkede Kalvinizm’in geliştirdiği aynı türden insanlar Kalvinizm’in gücünü ve karakteri şekillendiriş tarzını kanıtlayan kayda değer bir anektoddur.
Kalvinizm Fransa’da öylesine hızlı bir şekilde yayılmıştı ki Reformasyon Tarihi adlı kitabında Fisher bizlere 1561 yılında bütün nufusun dörtte birini Kalvinistler’in oluşturduğunu söylemektedir. McFetridge ise bu sayının daha yüksek olduğunu söylemektedir. “Yarım yüzyıldan daha az bir sürede, sert olduğu söylenen bu inanç sistemi ülkenin her bir yanına işlemişti ve neredeyse nüfusun yarısını ve en büyük zihinleri kendisine kazandırmıştı.” “Fransa’daki Hügenotlar” adlı kitabında Smiles şunları demektedir: “Kendisi bir Fransız olan Calvin’in inanç sisteminin Fransız ulusu üzerinde olduğu kadar her bir Fransız bireyinin üzerinde yarattığı ve Protestanlığa doğru eğilimin dengelerini elinde tuttuğu etki reddedilemezdir. Kesinlikle ulusun tarihi Calvin olmadan şu anki halinden daha da farklı olurdu.”
HOLLANDA’DA KALVİNİZM
Hollanda’yı Papalığın egemen gücünden ve İspanya’nın acımasız boyunduruğundan kurtaran mücadelelerde Kalvinizm’in ve insanlığın tarihi konusunda önümüze bir diğer görkemli sayfa açılmaktadır. Diğer birkaç yerde olduğu gibi Engizisyon işkenceleri burada da halka uygulanıyordu. Alva Dükü ise beş yıllık kısa bir süre içerisinde cellata 18.600 heretik teslim ettiğiyle övünmekteydi.
“İdam ipi” der Motley, “her gün kurbanlara sahip olmasına rağmen tek bir kişinin bile iman etmesini sağlamadı… Bu dünyada bir insanın cesaret edebileceği ve acı çekebileceği kadar cesaret gösterebilen ve acı çeken insanlar vardı çünkü bütün insanlığı etkileyecek en soylu davaya inanıyorlardı. İnsanlar birbirlerinin ellerinden tutarak ateşe doğru yürüyerek veya kadınlar, mezarcı yüzlerinin üzerine toprağı atarken zafer şarkıları söyleyerek kahramanlığın ne olduğunu bizlere gösteriyorlardı. V. Charles’in fermanına göre Kutsal Yazılar’ı okumaktan, ikonalara aşağılayıcı şekilde bakmaktan veya Rab’bin Sofrasında Mesih’in gerçek bedeninin ve gerçek kanının sofrada olduğu öğretisiyle dalga geçmekten dolayı yakılan, boğulan, başı kesilen veya canlı canlı gömülen Hollandalı’ların sayısı otoriteler tarafından yüz bin olarak belirlenmiştir. Bu hatırlanmaya değer seksen yıllık zorluk döneminde inançları yüzünden İspanyollar tarafından öldürülen Hristiyanlar’ın sayısı ilk üç yüzyıl içerisinde Roma İmparatorları tarafından öldürülenlerden daha fazlaydı.Hollanda da şüphe götürmez bir şekilde tarih, Kalvinizm’i şehitlerin, azizlerin ve kahramanların tacı olarak giydirmektedir.
O zamanın Avrupa’daki en güçlü ulusu olan İspanya yaklaşık üç jenerasyon boyunca Kalvinist Hollanda’daki Protestanlığı ve politik özgürlüğü yok etmek için uğraştıysa da başarılı olamadı. Çünkü bu Hollandalılar ülkelerinin istila eden bozulmuş rahiplerin acı zincirlerinin altında değil kendi vicdanlarının yönlendirdiği şekilde Tanrı’ya tapınmayı aramışlardı. Ve bu durumdan kurtuluşu kim sağladı diye sorulacak olursa cevap, Orange’ın Kalvinist prensi olan Sessiz William ile kendisiyle birlikte aynı inanca sahip diğerleri olacaktır. Dr. Abraham Kuyper şöyle demektedir: “Eğer şeytanın gücü o zamanlar Kalvinist ruh tarafından kırılmış olmasaydı Hollanda, Avrupa ve hatta dünya tarihi bugün Kalvinizm’e borçlu olduğu şekilde parlak ve cesaret verici olduğu gibi acı veren bir şekilde üzücü ve karanlık olurdu.”
Reformasyonun çıkışını izleyen Kalvinizm eğer Batı Avrupa’da yükselmeseydi kararsızlık ruhu İngiltere, İskoçya ve Hollanda’yı ellerine alabilirdi. Bu ülkelerdeki Protestanlık kendisini devam ettiremezdi ve Protestanlıktan taviz vererek Katolikliğe eğilim gösteren ölçüler aracılığıyla da Almanya tekrardan Roma Katolik Kilisesi’inin yönetimi altına girebilirdi. Eğer Protestanlık bu ülkelerden herhangi birisinde başarısız olmuş olsaydı sonucun diğerlerinde de aynı ölçüde ölümcül olurdu. Bu yüzden bu ülkelerin gelecekleri tamamen birbirlerine bağlıydı. Gerçek anlamda ülkelerin gelecekleri Hollanda’da süre gelen zor dönemlerden çıkacak sonuçlara bağlıydı. Eğer İspanya, Hollanda’dan zaferli bir şekilde çıksaydı Katolik Kilisesi o kadar güçlenirdi ki İngiltere’deki Protestanlığı bile söndürebilecek bir seviyeye ulaşabilirdi. Bir süreliğine bile olsa sanki İngiltere tekrardan Roma Katolikliğine geri döner gibi gözükmüştü. Bu durumda Amerika’daki gelişimin önü kesilmiş olurdu ve büyük ihtimalle bütün Amerika kıtası İspanya’nın kontrolü altında kalırdı.
Bütün bu farklı ülkelerdeki şehitlerin, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar Arminyusçu dışında tamamının Kalvinist ve Lutheran olduklarını hatırlamalıyız. Profesör Fruin’in doğru bir şekilde şunları söylemektedir: “İsviçre’de, Fransa’da, Hollanda’da, İskoçya’da ve İngiltere’de ve her nerede Protestanlık kendisini kılıcın ucuna yerleştirdiyse işte orada günü kazanan Kalvinizm olmuştur.” Tarih’te gerçek olarak savaşan Protestanlar sadece Kalvinistler olmuşlardır.
Hollanda’nın katkıda bulunduğu ve değinmeden geçmememiz gereken başka bir hizmet daha vardır. Dini zulümlerden dolayı İngiltere dışına kaçtıktan hemen sonra ve Amerika’ya yerleşmelerinden hemen önce İngiliz imanlılar Hollanda’ya gittiler ve orada tamamen Kalvinist bakış açısından kaynaklanan bir dini yaşamla karşılaştılar. En önemli liderleri Cambridge Üniversitesi’nden herhangi bir ulusun tarihinde bulunabilecek en soylu ve kahraman üçlü olan Clyfton, Robinson ve Brewster’dı. Bu kişiler Cenevre Reformcularının ortaya koyduğu bütün temel doktrinlere sıkı sıkıya bağlı olan sadık Kalvinistler’di. Amerikan tarihçi Bancroft, bu ingiliz göçmenleri, “Calvin’in imanına sahip adamlar” diye tanımlarken oldukça haklıdır.
“Kalvinizm Amerika’da Ne Yaptı?” adlı kitabında J.C. Monsma, bu kişilerin Hollanda’daki yaşamları hakkında şunları söylemektedir: “ Bu İngiliz imanlılar Leyden’e gitmek için Amsterdam’ı terkettiklerinde baş liderleri olan Rev. Clyfton bulunduğu yerde kalmayı tercih etti ve bunun ardından Clyfton’ın baş asistanı Rev. John Robinson halk tarafından pastör olarak seçildi. Robinson kararlı bir Kalvinist’ti ve eline geçen her fırsatta Arminyus’un öğretilerine karşı çıkıyordu. Edward Winslow’ın tanıklığına göre, Robinson, Festus Homilus ve diğer Hollanda’lı teologlar tarafından Arminyusçuların yeni lideri Episcopius ile olan ve Leyden’deki akademide günlük olarak düzenlenen tartışmalara katılmaya çağrılmıştı. Robinson bu isteklere olumlu cevap verdi ve çok geçmeden en büyük Gomorian teologlarından birisi sayılmaya başlandı. 1624 yılında Robinson , “Dordt Sinodu Tarafından Ortaya Konan Doktrinin Savunması” adlı harika bir eser yazdı. Bütün kararlarının kesin bir Kalvinizm’le karakterize edildiği ve uluslararası bir üne sahip olan Dordt Sinodu’yla Robinson’ın dini eğilimlerinin neler oldukları açıkça belli oluyordu.
İngiliz imanlılar Hollanda’daki ve diğer yerlerdeki Reform (Kalvinist) kiliselerle tam olarak uyum içerisindeydiler. 1619 yılında yayınlanan Apolojisinde Robinson ciddi bir şekilde şunları yazmıştı: Din konusunda, Hollanda Reform Kilisesi’yle Tanrı’nın ve insanların önünde, iman açıklamalarının belirttiği şekilde her maddeye kesinlikle inandığımızı beyan ediyoruz.” (Sayfa 72,73)
AMERİKADA’Kİ KALVİNİZM
Kalvinizm’in Amerika Birleşik Devletleri tarihinde politik bir güç olarak etkisini incelediğimizde bütün Kalvinist tarihin en parlak sayfalarıyla karşılaşırız. En büyük iki Amerikan tarihçisi Mayflower ve Bancroft’a göre Amerika’ya gelen İngiliz imanlıları, “imanlarında sarsılmaz Kalvinistler” olarak ilan etmektedirler. Massachusetts Kolonisi valisi John Endicott, ikinci vali John Winthrop, Connecticut’ın kurucusu Thomas Hooker, New Haven Kolonisi kurucusu John Davenport, Rhode Island Kolonisi kurucusu Roger Williams de dahil olmak üzere birçok önde gelen isim Kalvinist’ti. William Penn Hügenotlar’ın öğrencilerinden bir tanesiydi. Amerikan devrimi sırasında 3.000.000 Amerikalı’dan İskoç veya İskoç-İrlanda kökenli 900.000, Püritan İngiliz kökenli 600.000 ve 400.000 kadar Alman ve Hollandalı’nın Reformist oldukları tahmin edilmektedir. Buna ek olarak Episkopalyanların da 39 maddelik inanç açıklamalarında Kalvinizm’e yer verdikleri ve birçok Fransız Hügenot’un da bu batı dünyasına geldikleri bilinmektedir. Bu şekilde kolonisel nüfusun yaklaşık üçte ikilik bir kısmının Calvin’in öğretisinde eğitim gördüğünü görmekteyiz. Dünya tarihinin hiç bir yerinde bir ulusun böylesine insanlar tarafından kurulduğu görülmemektedir. Bundan da ötesi bu insanlar Amerika’ya maddi bir kazanç sağlamak için değil tamamen derin dini inanışları nedeniyle gelmişlerdi. Çeşitli Avrupa ülkelerindeki dini zülümler ilahi takdir tarafından Amerika’nın kolonizasyonu için en gelişmiş ve aydın insanları seçmek için kullanılmış gibi gözükmektedir. Genellikle kabul edilen nokta ise İngiliz, İskoç, Alman ve Hollanda halklarının en egemen halkları olduğu yönündedir. Hatırlanması gereken başka bir konu ise New England’a yerleşenlerin büyük bir çoğunluğunu oluşturan Püritanlar’ın kendileriyle birlikte bu topraklara Kalvinist bir Protestanlığı getirdikleri, içten bir şekilde Reformcuların doktrinlerine adanmış oldukları, ister kilisede isterse devlette olsun her türlü baskıya karşı çıktıkları ve bütün kolonisel zaman periyodu boyunca Kalvinizm’in egemen teoloji olduğudur.
Bu tarihsel altyapıya bakınca Presbiteyenlerin Amerikan Devrimi’nde oldukça önde gelen bir role sahip olduklarını görmek şaşırtıcı olmamaktadır. Tarihçi Bancroft şunları demektedir: “Din ile etkilendiği şekliyle 1776 Devrimi Presbiteryenliğin bir ürünüydü. Bu devrim, Eski Dünya’nın Presbiteryenliğinin oğulları İngiliz Püritanları’nda, İskoç Antlaşmacıları’nda, Fransız Hügenotları’nda Hollanda Kalvinistleri’nde ve Ulster Presbiteryenleri’nde ektiği tohumların büyümesinden başka birşey değildi.” Presbiteryenlerin özgürlük için olan gayretleri o kadar yoğun, evrensel ve agresifti ki İngiltere bu savaştan “Presbiteryen İsyanı” olarak bahsedilmekteydi. Kral III. George’un sömürgeci destekçilerinden birisi şunları yazmıştı: “ Bu olağandışı olayların hepsinden Presbiteryenleri sorumlu tutuyorum. Bütün bu alev alev yanan durumun baş ve temel enstrümanları onlardır. Bu Presbiteryenler her zaman onları belli eden fırtınalı anti-monarşik ve rahatsız ruhtan dolayı devamlı hükümete karşı çıkmaktadırlar ve sonsuza kadar da çıkacaklardır.” Bu olağanüstü yürüyüşlerin haberi İngiltere’ye ulaştığında Başbakan Horace Walpole Parlamento’da şunları söyledi: “Kuzen Amerika Presbiteryen bir pastörle evden kaçmıştır.” (John Witherspoon, Princeton Başkanı, Bağımsızlık Deklarasyonu’na imza atanlardan bir tanesi)
Tarih şunu açıkça belirtmektedir ki Amerikan demokrasisi Hristiyanlık’tan doğmuştur ve bu Hristiyanlık ise Kalvinizmdir. Amerikan ulusunun oluşumuyla sonuçlanan büyük devrimsel anlaşmazlık çoğunluğu Presbiteryen bir üniversite olan Princeton’da eğitim görmüş Kalvinistler tarafından gerçekleştirilmiştir ve bu ulus onların özgürlüğü seven herkese bir armağanıdır.
J.R. Sizoo şunları söylemektedir: “Cornwallis kesin bir geri çekilmeye ve teslim olmaya zorlandığında Koloni Ordusu sadece Presbiteryen ihtiyarlardan oluşuyordu. Devrim süresince Amerikan ordusunun askerlerinin ve subaylarının yarısından fazlası Presbiteryen’di.”
Ünlü İspanyol devlet adamı ve bilgini Emilio Castelar’ın tanıklığı oldukça ilginç ve değerlidir. Politikaya girmeden önce Castelar, Madrid Üniversitesi’nde felsefe profesörlüğü yapmaktaydı ve 1873 yıllarında Liberaller’in de yardımıyla Cumhurbaşkanı oldu. Bir Roma Katoliği olarak Calvin ve Kalvinizm’den nefret etti. O’nun sözlerini aktarmak gerekirse: “Cumhuriyetçi hareket için Luther’in ahlak anlayışından daha çetin, Calvin’in ahlak anlayışı ve Alman kilisesinden daha demokratik bir kilise, Cenevre Kilisesi’nin gelmesi gereklidir. Anglo-Saxon demokrasisi kendi nesli için daha ilkel bir toplumun kitabına, Kutsal Kitap’a sahiptir. Bu ise, hala daha Calvin’in suratsız gölgesinin dolaştığı Hollanda’nın ve İsviçre’nin kasvetli şehirlerinde birkaç Hristiyan kaçak tarafından öğrenilmiş acımasız bir teolojinin ürünüdür… Ve hala yüce bir şekilde ihtişamıyla durmakta ve insan ırkının en itibarlı, en ahlaklı ve en aydın kısmını oluşturmaktadır.”
Motley ise şunları söylemektedir: “İngiltere’de Kalvinizm’le sarılmış ve çok çetin yıllar sayesinde bozulmadan saklanabilmiş olan özgürlük tohumları sonunda toprağın ve denizin üzerinde süzülmekte ve henüz doğmamış olan büyük bir ulus için ılık özgürlüğün hasatını taşımaktadır.” İngiltere’nin, Hollanda’nın ve Amerika’nın cumhuriyetleri Kalvinistler tarafından kurulmuştur. Ve İngiltere, Hollanda ve Amerika politik özgürlükleri konusunda hiçkimseye borçlu olmadıkları kadar Kalvinistler’e borçludurlar.”
Kendisini hiçbir dine inanmayan birisi olarak tanımlayan ünlü Fransız tarihçi Taine’nin de tanıklığı kayda değerdir. Kalvinistler hakkında Taine şunları söylemiştir: “Bu adamlar İngiltere’nin asıl kahramanlarıdır. Stuart’ların bozulmuşluklarının aksine görevlerini yerine getirerek, adaleti uygulayarak, inatçu bir şekilde çalışarak, doğruyu aklayarak, baskıya direnerek ve özgürlük için yola çıkarak İngiltere’yi kurmuşlardır. İskoçya’yı, Amerika Birleşik Devletleri’ni kurmuşlardır ve bugün de soylarından gelenlerle Avustralya’yı kurmakta ve dünyayı kolonizeleştirmektedirler.”
“Presbiteryenlerin İnanç Açıklamaları” adlı kitabında E.W. Smith Amerikan kolonicileri hakkında şu soruyu sorar: “Cumhuriyetlerini üzerine kurdukları ve bugün Amerikan uygarlığımızın görkemli farklılığını oluşturan insan haklarının ölümsüz prensiplerini, insan özgürlüğünü, eşitliği ve kendi kendini yönetmeyi bu kişiler nereden öğrenmişlerdir? Bunları Calvin’in okulunda öğrenmişlerdir. Tarihin bizlere öğrettiği şekliyle de modern dünya aynı şeyleri aynı yerden öğrenmektedir.” (sayfa 121)
Şimdi de bir kilise olarak Presbiteryen kilisesinin cumhuriyetin oluşumundaki etkisini gözden geçireceğiz. Genel Kurul’un önündeki konuşmasında Dr. W.H. Roberts, “Presbiteryen Kilisesi, şimdi bir ulus olarak organize olmuş şekliyle cumhuriyetçi yönetimin 75 yıl boyunca bu kıtadaki tek temsilcisi olmuştur. 1706’dan devrimsel dönemin açılışına kadar, şimdiki ulusal politik organizasyonumuzu destekleyen tek beden Amerikan Presbiteryen Kilisesi Genel Sinodu’ydu. Kilisesel ve politik kolonisel organizasyonlar arasında sadece bu grup New England’tan Georgia’ya kadar dağılmış olan bütün koloniler üzerinde otoriteye sahipti. Burada hatırlanması gereken nokta on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardaki kolonilerin tamamı Büyük Britanya’ya bağlıyken birbirlerinden tamamen bağımsız olmalarıdır. Kıtasal Kongre gibi bir oluşum 1774’e kadar yoktu. Ülkenin dini durumu politik durumuna benzemekteydi. New England’ın Kongregasyonel kiliselerinin birbirleriyle hiç bir bağlantıları ve sivil hükümetten ayrı olarak hiçbir güçleri yoktu. Episkopal Kilise koloniler arasında organizasyondan yoksundu, destek ve hizmet konularında İngiltere Kilisesi’ne bağımlıydı ve İngiliz monarşisine yoğun bir bağlılıkla doluydu. Hollanda Reform Kilisesi 1771 yılına gelene kadar bağımsız ve etkin bir kuruluş değildi ve Alman Reform Kilisesi ise bu konuma 1793 yılına gelene kadar ulaşamadı. Baptist kiliseler ayrı organizasyonlar, Methodistler tam olarak bilinmemekte ve Quaker’lar ise hiçbir şeye karışmamaktaydılar.
Delegeler her yıl Genel Sinod’ta toplanmaktaydılar ve Dr. Roberts’ın söylediğine göre kilise bölünmüş kolonilerin nüfusları arasındaki daha geniş unsurları bir araya getiren bir birlik” görevi görüyordu. Roberts sözlerine şu şekilde devam eder. “Doğru bir müjdenin ilkeleri olduğu kadar devamlı büyüyen bir özgürlük duygusunu teşvik eden etkisinin Long Island’tan South Carolina’ya kadar vaaz edilmesi ve herşeyden de öte Koloniler arasındaki birlik hissinin yavaş fakat kesin bir şekilde kendisini göstermesi hiç de garip değildir. Amerika Birleşik Devletleri Presbiteryen Kilisesi’ne cumhuriyet anlamında çok şey borçludur.”
Tabii ki bu cumhuriyetin üzerinde kurulduğu prensiplerin sadece Presbiteryen Kilisesi’nden kaynaklandığı iddia edilmemektedir fakat Westminster İnanç Açıklaması cumhuriyet için ana temeli oluşturmaktaydı. (Roberts)
JOHN CALVİN
John Calvin, Paris’in yaklaşık yetmiş mil kuzeydoğusunda eski bir katedral şehri olan Noyon’da 10 Temmuz 1509’da doğdu. Calvin’e oranla daha sert ve acımasız bir karaktere sahip olan babası Noyon Psikoposu’nun baş sekreteriydi ve civarın en seçkin aileleriyle ilişkisi çok iyiydi. Calvin’in annesi, güzelliği ve dindarlığı ile tanınıyordu fakat Calvin çok genç yaştayken annesi ölmüştü.
Calvin, Fransa’nın o dönemde verebileceği en iyi eğitimi almıştı ve 1528 yılından 1533 yılına kadar Fransa’nın en seçkin üç üniversitesi olarak sayılan Orleans, Bourges ve Paris üniversitelerini bitirmişti. Getireceği zenginliği ve prestiji de göz önünde bulunduran Calvin’in babası onun bir avukat olmasını istemişti. Fakat bu alanı kendisi için uygun görmeyen genç Calvin teoloji çalışmalarına kendisini verdi ve bu alanda doğal olarak kendi doğasına ve eğilimlerine en uygun ortamı bulmuş oldu. Calvin etrafındaki kişiler tarafından oldukça utangaç ve çekingen, işi söz konusu olduğunda oldukça çalışkan ve özenli, ciddi bir çalışma duygusuyla dolu ve üst derecede dindar bir kişi olarak tanımlanmaktaydı. Erken yaşlarda açık ve ikna edici bir zekaya ve mantıksal analize sahip olduğunu göstermişti. Aşırı derecede çalışmasıyla zihninde hatırı sayılır bir bilgi hazinesi edinmiş fakat sağlığına pek de gerektiği önemi vermemişti. İlerleyişi o kadar hızlı gerçekleşmekteyde ki çok geçmeden profesörlerin yerini alması istendi ve diğer öğrenciler tarafından bir denetçi değil bir doktor olarak görülmekteydi. Avukat veya kilise adamı olarak parlak bir kariyer önünde dururken aniden Protestanlığa döndü ve zamanını bu acı çeken fakir toplulukla geçirmeye başladı.
Kendi isteği dışında hatta kendi isteğine aykırı olarak Calvin, iman edişinin üzerinden henüz bir yıl geçmeden Paris’teki evanjelik grubun başı konumuna getirilmişti. Bilgisinin derinliği ve içten konuşmasını dinleyip te derin bir şekilde etkilenmeyen hiçkimse yoktu. O sıralarda Katolik Kilisesi’nin içerisinde kalarak kiliseyi dışarıdan değil fakat içeriden reforme etmeyi umut ediyordu. Ünlü kilise tarihçisi Phillip Schaff bize şunu hatırlatmaktadır: “Tıpkı Sinagoglarda sünnet olan ve eğitilen, ardından ise dışarı atılan elçiler gibi bütün Reformcular da Katolik Kilisesi’nde doğmuş, vaftiz olmuş, tanınmış ve eğitim aldıktan sonra atılmışlardır.”
Reformcunun gayreti ve içten çabaları çok geçmeden dikkatleri üzerine çekmiş ve bu yüzden Calvin’in yaşamını kurtarmak üzere Paris’ten ayrılması kaçınılmaz olmuştur. Aşağıdaki alıntı, kilise tarihiçsi Philip Schaff tarafından aktarılmaktadır: “Saray’ın önde gelen hekimlerinden birinin oğlu ve Calvin’in yakın dostu olan Nicholas Cop, 10 Ekim 1533’te üniversite rektörü olarak seçilmiş ve 1 Kasım’da geleneksel göreve başlayış konuşmasını Mathurins Kilisesi’nde geniş bir kalabalığın önünde yapmıştır. Bu konuşma yeni rektörün isteği üzerine Calvin tarafından hazırlanmıştı. Konuşmanın içeriği, Yeni Antlaşma temelinde bir reformasyonun gerekliliğinden bahsetmekte ve müjdeden haberleri olmayan sofistler sınıfı olarak gösterilen o günlerdeki skolastik teologlara cesur bir eleştiriyi içermekteydi. Sorbonne ve Parlamento, bu konuşmayı Katolik Kilisesi’ne karşı açılmış bir savaş manifestosu olarak algılamış ve alevlerde yakılmaya mahkum etmiştir. Cop uyarıldıktan sonra Basel’deki akrabalarının yanına sığınması istenmiştir ( Cop’un ölü ya da diri yakalanması için üç yüz altın ödül konulmuştu). Bu olayın asıl yazarı olan Calvin ise yatak örtülerinin de yardımıyla bir pencereden aşağı sarkıtılarak, üzerinde bağcı kıyafeti ve başında bir şapkayla Paris’ten kaçmıştı. Kaçışının ardından odası polis tarafından aranmış ve kitapları ve çalışmaları ele geçirilmişti. 10 Kasım 1534’ten 5 Mayıs 1535’e kadar 24 masum Protestan şehrin halka açık yerlerinde diri diri yakılmışlardı. Daha da fazlası hapse atılmış ve işkence görmüş, aralarında Calvin ve Du Tillet’in de bulunduğu birçok kişi ise Strassburg’a kaçmıştı. Yaklaşık üç yıl boyunca Calvin, farklı adlar altında kaçak bir müjdeci olarak güney Fransa, İsviçre, İtalya’yı dolaşmış ve son durağı olarak ise Cenevre’ye gelmişti.
Kısa bir süre sonra Mart 1536’da Hristiyan İnancının Temelleri adlı kitabının ilk baskısı yapılmış ve Calvin ve Louis Du Tillet, Alp’leri geçerek edebi ve sanatsal Rönesansın başladığı yer olan İtalya’ya gelmişlerdi. Bu ülkede Calvin, Engizisyon hem Rönesansı hem de Reformasyonu iki başlı birer yılan olarak başını ezmeye çabaladığı zamana dek bir müjdeci olarak çalışmıştı. Ardından Asota ve Büyük St. Bernard’tan geçerek İsviçre’ye gelmişti. Basel’den yola çıkarak aile içi bazı meselelere son noktayı koymak üzere asıl memleketi olan Noyon’a geri döndü. Ardından kendisinden daha küçük olan erkek kardeşi Antoine ve kızkardeşi Marie ile birlikte Fransa’yı bir daha geri dönmemek üzere terketti ve Basel veya Strassburg’a yerleşerek bir bilgin ve yazar olarak sakin ve huzurlu bir yaşam geçirmeyi umut ediyordu. V. Charles ve I. Francis arasındaki sınır savaşının devam etmesi nedeniyle Lorraine yolu kapalıydı ve bu yüzden Cenevre’den geçerek Strasburg’a varmak zorundaydı.
Calvin, Cenevre’de sadece bir gece kalmayı planlamıştı fakat ilahi takdir onun için çok daha farklı birşey hazırlamıştı. Calvin’in Cenevre’ye geldiği reformcu Farel’e haber verilmişti. Farel, Cenevre’deki Reformasyonun sürdürülmesi ve tamamlanabilmesi için Calvin’in en uygun kişi olduğunu düşünüyordu. Farel derhal Calvin’i çağırtmış ve onu ilahi bir buyrukla kalması için zorlamıştı. Calvin ise kendisini toplumsal bir harekete olan uyumsuzluğunu ortaya çıkaracak olan gençliğini, deneyimsizliğini, daha çok çalışmaya ihtiyacının oluşunu, doğal çekingenliğini ve utangıçlığını öne sürerek Farel’in isteğine karşı çıktı. Fakat hepsi boşunaydı. Müjdenin ilerlemesi için muhteşem bir gayretle yanan Farel, eğer Calvin Rab’bin işi yerine kendi çalışmalarını, Mesih’in davası yerine kendi isteklerini tercih ederse Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’nın onu lanetleyeceğini söyleyerek tehdit etti. Calvin bu korkusuz müjdecinin sözleriyle korkmuş ve titreyerek “sanki Tanrı yukarıdan elini benim üzerime koymuştu” demişti. Ardınan bu çağrıya boyun eğerek Cenevre Kilisesi’nin pastörü ve öğretmeni olarak hizmete başladı.
Calvin, Luther ve Zwingli’den yirmi beş yaş küçüktü ve onların kurduğu temelin üzerine inşa etmek gibi bir avantajı vardı. Her ne kadar kişisel olarak hiç tanışmamış olsalar da Calvin’in kariyerinin ilk on yılı ve Luther’in son on yılı çalışma anlamında aynı alanlarda gerçekleşti. Bununla birlikte Calvin Melanchton’la sıkı bir dostluğa sahipti ve ölümüne kadar devamlı bir iletişimde bulundular.
Calvin sahneye çıktığında Luther’in büyük bir başarının kahramanı mı yoksa büyük bir başarısızlığın kurbanı mı olacağı konusu henüz belirlenmemişti. Luther yeni fikirler üretmişti, Calvin işi ise bu fikirleri bir sistemin içerisine oturtmak ve soylu bir şekilde başlayan bu fikirleri koruyup geliştirmekti. Protestan hareketi birlikten yoksundu ve doktrinsel tartışmaların kumları arasında kaybolabilme tehlikesi altındaydı fakat bütün bunlardan Cenevre’deki yeni Reformcu’nun kendisine kazandırdıklarıyla kurtulmuştu. Katolik Kilisesi tek ve güçlü bir birlik olarak çalışmakta ve adil veya adil olmayan yollarla Kuzey’de beliren Protestan grupları dağıtmaya çabalıyordu. Zwingli bu tehlikeyi görerek ortak düşmanlarına karşı Protestanları birleştirmeyi denemişti. Marburg’ta yalvarışlar ve gözlerindeki yaşlarla aralarında Rab’bin Sofrası’nda Mesih’in bedeni konusundaki anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak birlik elini uzatmasına rağmen Luther tarafından reddedildi. İtalyan Kilisesi’nin yakınlığını bir fırsat olarak görerek İsviçre’de çalışan Calvin de birliğe olan ihtiyacı gördü ve Protestanlığı bir arada tutmak için çaba sarfetti. İngiltere’deki Cranmer’a şunları yazdı: “Mesih’in üyelerinin tek bir kutsal birlikte bulunmalarını nasıl da arzuluyorum. Bana gelince, eğer buna herhangi bir katkım olacaksa bu birliği gerçekleştirebilmek için sevinçle denizleri ve kıtaları aşmaya hazırım.” Calvin’in kitaplarıyla, mektuğlarıyla ve öğrencileriyle yarattığı etki güçlü bir şekilde birçok farklı ülkede hissedilmekteydi ve Protestan hareketini yok oluştan kurtardığına dair söylem bu yüzden hiç de abartılı değildir.
Otuz yıl boyunca Calvin’in tek ilgi alanı Reformasyonun ilerlemesiydi. Reed bu konuda şunları söylemektedir: “Bu amaç için gücünün sınırlarını sonuna kadar zorlayarak ter döktü, yılmayan bir cesaretle savaştı, şaşmaz bir metanetle uğruna acı çekti ve her an Reformasyon uğruna ölmeye hazır bir şekilde yaşadı. Yaşamının her bir damlasını üşenmeden ve çekinmeden tam anlamıyla bunun için döktü. Tarihte Calvin’in 16. yüzyıldaki Reformasyon için kendisini vermesinden daha fazla kendisini tek bir kesin amaç için adamış ve hayatının her safhasından bunun gerçekleşmesi için vazgeçmiş bir kişiyi daha aramak boşuna olacaktır.”
Muhtemelen elçilerin günlerinden itibaren Mesih’in hiçbir kulu sadık ve korkusuz Calvin kadar aynı anda hem sevilip hem nefret edilmemiş, hem hayranlık duyulup hem hor görülmemiş, hem övülüp hem suçlanmamış ve hem bereketlenip hem de lanetlenmemiştir. Korkunç bir polemik çağda yaşayarak ve Batı Avrupa’nın reform hareketinin baş kulesinde bütün gözlemciler tarafından izlenmekte ve her köşeden kendisine saldırılmaktaydı. En derin ve güçlü arzular dini ve mezhepsel arzulardır ve bu dünyada insan doğasında varlığı belli olan iyi ve kötü göz önünde bulundurulduğunda ise Calvin’in öğretilerinin ve yazılarının böylesine bir tepki almasına şaşmamalıyız.
Yalnızca 26 yaşındaki bir genç olarak Calvin Latince olarak “Hristiyan İnancının Temelleri” adlı kitabını yayınladı. Kitabın ilk şekli teolojik sisteminin bütün temel elementlerinin kısa bir girişini oluşturuyordu ve yazarın gençliği de göz önüne alındığında büyük bir entellektüel gelişmişliğin harika bir ürünüydü. Ardından bu kitap orijinalinin beş katı büyüklüğünde genişledi ve Fransızca’da yayınlandı. Fakat bu genişlemeye rağmen Calvin hiçbir zaman kitabın ilk versiyonunda ortaya koyduğu doktrinlerin hiçbirisinden ayrılmadı. Neredeyse aniden bu kitap, Protestan inancının en iyi açıklandığı ve savunulduğu bir kitap olarak ilk sırayı aldı. Diğer yazılar Protestan hareketinin çeşitli safhalarıyla kötü bir şekilde ilgilenirken bu kitap Protestanlığı birlik içinde anlatan tek eser olma özelliğini taşıyordu. “Reformasyona verilen böylesine bir hediyenin değeri” der Reed, “ kolay bir şekilde abartılamaz. Protestanlar ve Katolikler bu kitabın değerine eşit derecede tanıklık etmektedir. Bir taraf onu en büyük nimet olarak tanımlarken diğer taraf lanet ederek en acı küfürleri kullanmaktadır. Pariste’ki Sorbonne’un emriyle ve diğer yerlerde yakıldı ve bir kalemin veya dilin ortaya koyabileceği en ağır saldırıları üzerine çekti. Bir Roma Katolik teoloğu olan Florimond de Raemond, Calvin’in bu kitabını “Kuran, sapkınlığın Talmud’u ve çöküşümüzün en önde gelen nedeni” olarak tanımlamaktaydı. Diğer bir Roma Katoliği olan Kampachulte, bu kitabın Eski Kilise’nin düşmanlarının en maharetli silahlarını kendisinden ödünç aldığı bir silah deposu olduğuna ve Reformasyon zamanında yazılan hiçbir eserin Katolikleri bu kitap kadar korkutmadığına, savaşmaya itmediğine ve acı bir şekilde ikna etmediğine tanıklık etmektedir. Calvin’in bu kitabının popülerliği o kadar artmıştı ki devamlı kitabın yeni baskıları çıkmakta ve batı Avrupa’da konuşulan dillerin hemen hemen tamamına çevrilmekteydi. Reform Kiliseleri’nin ortak çalışma kitabı haline gelmiş ve bu kiliselerin inanç açıklamalarını oluşturmak için kullandıkları baş materyal olmuştur.
Hristiyan İnancının Temelleri kitabı Protestanlar tarafından, elçilerin zamanından itibaren Hristiyan doktrinlerinin en açık, en güçlü, en mantıklı ve en ikna edici savunması olarak çoşkulu bir övgüyle birlikte kucaklanmıştı. Schaff bu tepkiyi şöyle tanımlamaktadır: “Calvin genel olarak Hristiyan dininin sistematik bir açıklanışını, özel olarak müjdesel imanın savunuluşunu ve Fransa başta olmak üzere maruz kaldıkları zulümlere ve acımasızlıklara karşı Protestan imanlıların imanlarını savunmalarında pratik bir hedef vermiştir.” Eser, yoğun bir içtenlik ve mantığı ve geleneği Kutsal Yazılar’ın en yüce otoritesine boyun eğdirmeye zorlayan korkusuz ve acımasız argümanlarla desteklenmektedir. Herkes tarafından itiraf edilen gerçek, kitabın yüzyılın en önemli eseri olduğu ve onun aracılığıyla Kalvinist prensiplerin büyük bir oranda yayıldığıdır. Albert Ritschl kitabı, “Protestan teolojisinin başeseri” olarak tanımlamaktadır. Dr. Warfield ise, “üzerinden üç yüz elli yıl geçmesine rağmen hala daha sorgusuz olarak dogmatik yazılar arasında en etkili ve en önemli eser olma özelliğini koruduğunu” söylemektedir. Warfield ayrıca şunları eklemektedir: “Sadece edebi eser anlamında baktığımızda bile sınıfında öylesine üstün bir yere sahiptir ki dünyanın en iyi kitaplarını okumak isteyen birisi kendisine mutlaka bu kitabı edinmelidir. Greklerin arasında Thucydides, 18. yüzyıl İngiliz tarihçileri arasında Gibbon, filozoflar arasında Plato, şairler arasında İlyad ve dramacılar arasında Shakespeare neyse teolojik yazı konusunda da Calvin’in “Temeller” kitabı da aynı önemi taşımaktadır. Roma Katolik Kilisesi’nin içine korku salan ve Protestanlar arasında güçlü bir birleştirici güç görevi gören de aynı kitaptır. Temeller kitabı Calvin’i Protestanlığın en zeki tartışmacısı ve Roma Katoliklerinin başlıca uğraşmak zorunda oldukları bir düşman olarak göstermiştir. İngiltere’de Temeller kitabı daha önce eşine rastlanmamış bir popülariteyle karşılanmış ve üniversitelerde ders kitabı olarak okutulmuştur. Çok geçmeden dokuz farklı Avrupa diline çevrilmiştir. Bu kitabın öneminin bugün içinde bulunduğumuz çağda anlaşılmamasının asıl nedenlerinden birisi de tarihsel olarak bu kitabın nasıl bir değer taşıdığının yeteri kadar aktarılamamasıdır.
Temeller kitabının basılışından üç hafta kadar sonra Almanya’daki Reformcular arasında üçüncü sırayı olan Bucer, Calvin’e şunları yazdı: “Rab’bin seni, kilisesine en zengin bereketleri bağışlayacağı bir organ olarak seçtiği çok açıktır.” Luther hiçbir zaman bir sistematik teoloji kitabı yazmamıştır. Her ne kadar yazılarının sayısı oldukça yüksek olsa da konuları dağınık bir şekilde düzenlenmiş ve kendi çağının pratik sorunları üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu yüzden müjdesel imanın açıklamasının yer alacağı sistematik bir eser yazma görevi Calvin’e düşmüştü.
Her şeyden önce Calvin bir teologdu. O ve Aziz Augustine, Pavlus’un zamanından beri Hristiyan sistemini en sistematik bir şekilde açıklayan en önemli iki teolog olarak kilise tarihinde yer almaktadırlar. Kendisi Lutheran teologların başı olan ve Luther’in ölümünden sonra “Almanya’nın Öğretmeni” ünvanıyla anılan Melanchton bile Calvin’i yetenekli bir teolog olarak tanımlamıştır.
Eğer Temeller kitabının dili bazı yerlerde bize sert geliyorsa bunun nedeninin o dönemki teolojik tartışmaların zayıfılığının bir işareti olduğunu hatırlamalıyız. Calvin içinde yaşadığı çağ polemik bir dönemdi. Protestanlar, Roma Katolik Kilisesi ile ölüm kalım mücadelesi vermekteydiler. Bununla birlikte Calvin Luther’in eserlerinden de açıkça görüleceği üzere sert dil kullanma konusunda Luther’den oldukça gerideydi. Buna örnek olarak Erasmus’un özgür irade düşüncesine karşılık olarak yazılmış olan Luther’in İradenin Tutsaklığı adlı kitabı verilebilir. Bununla birlikte bu dönemin Protestan yazılarından hiçbirisi Protestanlara karşı yöneltilen Roma Katolik lanetleme ve kiliseden atılma kararları kadar sert ve acımasız değildi.
Temeller kitabına ek olarak Calvin, hemen hemen bütün Eski ve Yeni Antlaşmayı kapsayacak derecede yorum kitapları yazdı. Bu yorum kitaplarının ingilizce çevirileri yaklaşık 55 kitaptan oluşmakta ve diğe eserleri kadar muhteşem bir içerik barındırmaktadırlar. Bu yazıların kalitesi öylesine yüksekti ki çok geçmeden Kutsal Yazı yorumu konusunda ilk sırayı aldılar ve modern teologlar tarafından Calvin herhangi bir yorumcudan daha fazla alıntı yapılır hale geldi. Sorgusuz bir şekilde Calvin, Reformasyon döneminin en iyi Kutsal Kitap yorumcusuydu. Luther çevirmenlerin prensi olarak anıldığı gibi Calvin de yorumcuların prensi olarak anılmaktaydı.
Bundan da ötesi Calvin’in yorumlarını daha iyi değerlendirebilmek için, bu yorumların o çağda hiç de yaygın olmayan bir şekilde Grekçe ve İbranice’ye dayalı açıklanışları içerdiği akılda tutulmalıdır. R.C Reed şunları söylemektedir: “Calvin, Hristiyanlığın ilk yüzyıllarından beri süregelen ve Origen’den Luther’e kadar kilisenin en önemli isimleri tarafından değerli bir metod olarak görülen, Kutsal Kitap’ın alegorik bir şekilde açıklanması geleneğini reddederek yeni bir çığır açmış oldu.” Calvin, yazarın ruhuna ve amacına sıkı bir şekilde sadık kaldı ve yazarın günlük konuşma dilinde açıklanabilen tek bir düşünceseye sahip olduğunu varsaydı. Acımasız bir şekilde Roma Katolik Kilisesi’nin çürümüş doktrinlerini ve uygulamalarını ortaya çıkardı. Yazıları reformun dostlarını etkiledi ve onlara en ölümcül cephanelerini sağladı. Calvin’in Reformasyon’u ilerletmesi ve güvence altına alması konusunu abartabilmemiz gerçekten çok zordur.
Calvin, patristik ve skolastik eğitim uzmanıydı. Zamanının en önde gelen üniversitelerinde eğitim almış olarak detaylı bir şekilde Latince, Fransızca, İbranice ve Grekçe bilgisi kazandı. Başlıca yorum kitapları hem Fransızca’da hem de Latince’de yayınlandı.
Atlamadan geçmememiz gereken bir diğer tanıklık ise karşıt sistemin kurucusu olan Arminius’un tanıklığıdır. Ondan duyduklarımız kesinlikle önyargısız bir kaynaktan bizlere gelmektedirler. Arminius şöyle demektedir: “Kutsal Yazı çalışmalarından öte öğrencilerime devamlı, Helmick’in kendisinden (Helmick Hollandalı bir teologdu) daha yüce ifadelerle bahsettiğim Calvin’in yorumlarını okumalarını istiyorum. Çünkü diğer yorumcularla karşılaştırdığımda Calvin Kutsal Yazı yorumu konusunda ilk sırayı almaktadır ve onun yazılarına bizlere babalarımızdan kalan kütüphanelerden daha da çok değer verilmelidir. Bunun nedeni ise onda, kimsede görmediğim şekilde peygamberlik armağanı diyebileceğimiz (Kutsal Yazıları açıklama anlamında) bir armağanının olduğunu kabul edişimdir.”
Calvin’in etkisi, kilise liderleri, prensler ve Protestan dünyasının soylularıyla sürdürdüğü yazışmalarla da artmıştır. Bu mektupların 300’ünden de fazlası hala daha korunmaktadır ve sadece dostane dilekleri içermekle kalmamakta fakat teolojik gerçekleri derinlemesine açıkladığı teolojik birçok yazıyı da içerisinde bulundurmaktadırlar.
Calvin ve Farel’in Cenevre’de aşırı denebilecek bir disiplin sistemi uygulamaya çalışmaları nedeniyle şehri geçici bir süreliğine terketmek neredeyse onlar için kaçınılmaz olmuştu. Bu olay ise Calvin’in şehre gelişinden yaklaşık 2 yıl sonra gerçekleşmişti. Calvin, Almanya’nın güneybatısında bulunan ve Bucer ve Alman Reformasyonu’nun önde gelen isimleri tarafından sıcak bir şekilde karşılandığı Strasburg’a gitti. Bu şehirdeki üç yılını profesör, pastör ve yazar olarak çalışarak huzur içinde geçirdi ve ilk elden Lutheranlığı tanıma fırsatı buldu. Calvin’in Lutheran liderlere büyük bir sempatisi vardı ve kendisini Lutheran Kilisesi’ne çok yakın hissetti. Ancak tüm bunlara rağmen kilisedeki disiplinsizlik ve kilisenin hükümet görevlilerine olan aşırı bağlılığı onu olumsuz yönde etkilemişti. Ardından Almanya’daki Reformasyonu mektuplarında ve çeşitli yazılarında görülebileceği üzere sıcak bir ilgiyle adım adım takip etti. Cenevre’deki yokluğunda kentteki işler o kadar karmaşık bir hal almıştı ki Reformasyon’un meyveleri artık kentte görülmez olmuştu. Bu durum üzerine Calvin acil bir şekilde kente geri çağrıldı. Birçok ayrı yerden devamlı olarak gelen istekler üzerine Calvin, Cenevre’ye geri döndü ve işine bıraktığı yerden devam etmeye başladı.
Kendisiyle aynı adı taşıyan gölün hemen kenarına kurulmuş olan Cenevre şehri Calvin’in bir anlamda kendi evi gibiydi. Karların kapladığı Alpler’in arasında bir yetişkin olarak hayatının büyük bir kısmını bu kentte geçirmişti ve bu kent aracılığıyla Reform Kilisesi tüm Avrupa’ya ve Amerika’ya yayılmıştı. Devlet içerisinde olduğu gibi kilise içerisindeki ilişkilerde de İsviçre kendi büyüklüğünden çok daha geniş ölçülerde bir etkiye sahip olmuştu.
Calvin’in Cenevre’deki etkisi bizlere onun sisteminin gücünü anlamamızda yardımcı olacaktır. Kilise tarihçisi Philip Schaff, “Cenevreliler neşeli, eğlenceyi, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, maskaralığı ve gürültülü eğlenceleri seven insanlardı. Pervasızlık, kumar, sarhoşluk, zina, küfür ve bunun gibi birçok kötü özellik her bir Cenevreli’de gözükmekteydi. Fahişelik devlet tarafından onaylanan birşeydi ve Reine de Bordel adındaki bir kadın tarafından yönetiliyordu. İnsanlar tam anlamıyla cahillerdi. Rahipler ise halkı eğitmek için hiçbir çaba sarfetmiyorlar ve onlar için kötü birer örnek oluşturuyorlardı.” Tarihi incelediğimizde, Calvin Cenevre’ye gelmeden önce rahiplerin, bugün idam cezası verilen suçlarla yargılandıklarını görüyoruz. Calvin’in Cenevre’deki çalışmalarının sonucu ise daha önceden kötülükleriyle tanınan bu kent artık halkının daha sade ve düzenli bir yaşam sürmesiydi. Calvin’in ayaklarının dibine hayranlıkla oturan daha binlercesi gibi John Knox, bu şehirde kendi sözleriyle, “Elçilerin günlerinden beri Mesih’in en mükemmel okulu”nu bulmuştu.
Calvin’in çabaları aracılığıyla Cenevre zulüm görenler için bir sığınma yeri ve Reform inancının eğitimi için ise ana okul konumuna gelmişti. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden zulüm nedeniyle kaçan kişiler bu kente sığınıyorlardı ve buradan da kendi ülkelerine Reformasyon’un temel prensipleri konusunda eğitim almış bir şekilde geri dönüyorlardı.
Cenevre’den kaynaklanan bu etki hakkındaki en önemli tanıklıklardan birisi de Roma Katoliği olan Francis de Sales’in Savoy düküne yazdığı ve Roma Kilisesi’nin “sapkınlığın başkenti” olarak tanımlanan Cenevre’den bahseden mektubunda görülebilir. “Bütün heretikler, dinlerinin sığınağı olarak Cenevre’ye saygı duyuyorlar. Avrupa’nın hiçbir kentinde bu şehir kadar sapkın inançlılara imkanlar ve teşvikler sunan bir kent yoktur. Cenevre, Fransa’ya, İtalya’ya, Almanya’ya açılan bir kapı gibi işlev görmekte öyle ki buraya gelen birisi bütün uluslardan insanları görebilir – İtalyanlar, Fransızlar, Almanlar, Polonyalılar, İspanyollar, İngilizler ve daha uzaklardaki ülkelerden birçok insan daha. Bundan ayrı olarak, herkes birçok kilise hizmetlisinin de burada yetiştirildiğini bilmektedir. Geçen yıl Fransa’ya bunlardan 22 tanesi gönderildi. İngiltere bile kendi rahiplerini Cenevre’den almaktadır. Peki ya muhteşem baskı atölyelerinden, bütün dünyaya bu sapkın inancı yaymakta kullandıkları bu atölyeler hakkında ne diyeyim?
Kutsal Roma Kilisesi’ne karşı başlatılan bütün teşebbüslerin hepsi Cenevre’de başlamaktadır. Avrupa’daki başka hiçbir şehir, bu şehir kadar her dereceden seküler olsun veya olmasın içerisinde sapkın barındırmamaktadır. Bu nedenle yok edilmiş bir Cenevre sapkın inancın da ortadan kaybolmasına neden olacaktır.”
Bir diğer tanıklık ise Protestanlığın en acı düşmanlarından birisi olan İspanyalı II. Philip’e aittir. Fransa Kralı’na yazdığı mektupta Philip şunları söylemiştir: “Bu şehir Fransa’ya karşı olan bütün kötülüğün kaynağı ve Roma’nın en heybetli düşmanıdır. Herhangi bir zaman krallığımın bütün gücüyle birlikte bu şehrin yıkılması için verebileceğim bütün yardımı şu anda da vermeye hazırım.” Ve Alva Dükü Cenevre’nin sınırından ordusuyla geçmesi beklenirken Papa V. Pius ona döner ve “şu sapkınların ve şeytanların yuvasını yok et” der.
Ünlü Cenevre akademisi 1558 yılında açıldı. Calvin’le birlikte gramer, mantık, matematik, fizik, müzik ve antik diller konusunda ders veren on yetenekli profesör daha vardı. Okul kayda değer bir şekilde başarılı bir okuldu. Okulun açıldığı ilk yılda, birçoğu diğer ülkelerden sığınmacı olarak gelmiş kişilerden oluşan 900 öğrenci ağırladı ve bir o kadar kişi de Calvin’in teoloji derslerine kendi ülkelerinde vaiz veya müjdeci olmak üzere dönmek için katıldılar. bu kişiler Cenevre’de gördükleri bu modelin aynısını kendi ülkelerinde kurdukları kiliselere taşıdılar. İki yüzyıldan fazla bir süreliğine Cenevre Akademisi Reform Teolojisi ve edebi kültürün temel okulu olarak kaldı.
Calvin, Kilise ve Devlet’in birbirlerinden ayrılmalarını talep eden ilk Reformcu’ydu. Alman Reformasyonu prenslerin kararlarıyla, İsviçre Reformu ise halkın kararlarıyla gerçekleşmişti. Yine de her iki durumda da yöneticiler halkın çoğunluğu arasında sıkı bir bağ vardı. Cenevre cumhuriyetinde yaşayan İsviçre Reformcuları bağımsız bir devlette bağımsız bir kilise geliştirmişlerdi. Aynı sıralarda ise Luther ve Melanchton, monarşik kurumlarar ve Alman İmparatorluğuna olan saygılarıyla birlikte politika konusunda pasif bir itaat öğretmişler ve kiliseyi sivil otoritelere tutsak hale getirmişlerdi.
Calvin 1564 yılında, erken bir yaş olan elli beş yaşında öldü. Yakın arkadaşı ve varisi Beza, Calvin’in ölümünü sanki yavaşça basıtran bir uykuymuş gibi anlatmakta ve şöyle eklemektedir: Güneşin batışıyla birlikte Kilisenin feneri olan bu ışık kaynağı bu şekilde cennete alındı. Bunu izleyen günde ve gecede bütün şehirde yoğun bir keder ve matem vardı çünkü cumhuriyet, en bilge vatandaşını, Kilise sadık çobanını ve Akademi eşi bulunamaz öğretmenini kaybetmişti.”
Yeni çıkan kitabında Profesör Harkness şöyle yazmıştır: “Calvin yoksul bir adam olarak yaşadı ve öldü. Evi hemen hemen hiç döşenmemişti ve sade bir şekilde giyinirdi. İhtiyacı olanlara düşünmeden verirdi ve kendisi içinse çok az harcama yapardı. Bir keresinde Konsey ona saygılarını belirtmek için ve kış soğuğunda ihtiyacının olacağını düşündükleri bir ceket hediye etmişti Calvin bunu minnettar bir şekilde kabul etti fakat diğer durumlarda kendisine önerilen maddi yardımları reddedip elinde bulunan parayla geçinmeye çalışırdı. En son hastalığı sırasında Konsey Calvin’in ilaçlarının parasını karşılamak istediyse de Calvin, hizmet edemediği bu dönemde bile aldığı maaş yüzünden vicdanında kendisini iyi hissetmediğini söyleyerek bu teklifi reddetti. Öldüğünde ise değeri ölçülemeyecek bir ruhsal miras ve bin beş yüz dolar ile iki bin dolar arasında maddi varlık bıraktı.”
Schaff, Calvin’i “hakaret veya aşağılamadan çok saygıyı hakeden kişilerden birisi” olarak tanımlamaktadır. O’na göre Calvin daha iyi tanındıkça daha da çok hayranlık duyulacak bir kişiydi. Calvin’in ölümü hakkında Schaff şunları söylemektedir: “Calvin sıkı bir şekilde kendi cenazesinde ihtişamlı bir törenin gerçekleştirilmesini yasaklamıştı ve mezarının üzerine kendisini yüceltecek herhangi bir anıtın veya heykelin dikilmesine karşı çıkmıştı. Tıpkı Musa gibi putperestliğin ulaşamayacağı bir şekilde gömülmeyi arzulamıştı. Bu ise, insanı alçaltan ve Tanrı’yı yücelten teolojisiyle uyum içerisinde ve tutarlı bir davranıştı.” Cenevre’deki mezarlıkta nereye gömüldüğü bile bugün bilinememektedir. Sonsuz dinlenişe başladığı yeri göstermek üzere bilinmeyen bir kurum veya kişi tarafından basit bir taşın üzerinde J.C harfleri yazmaktadır. Calvin’in kendisi hiçbir anıtın kendi mezarını belli etmemesini istemişti. “Bununla birlikte” der S. L. Morris, “O’nun asıl anıtı yeryüzündeki bütün cumhuriyetçi hükümetler, bütün uluslarda bugün varolan halka açık okul sistemi ve bütün dünyada Presbiteryen sisteme dayanan bütün Reform Kiliseleri’dir.
Ve tekrar Harkness, her ne kadar kendisi pek dostane bir yazar olmasa da şunları söylemektedir: “Calvin’i sadece duygusuz ve katı bir kişi olarak görenler O’nun kendi vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde gösterdiği nezaketi ve iyi yürekliliği görmezden gelmektedirler. Halkının üzüntülerinde onlarla birlikte acı çekti ve onların sevinçlerinde onlarla birlikte sevindi. Evlerini kaybeden kişilere yazdığı mektuplar yumuşak bir şefkatin nasıl tanımlanabileceği konusunda baş yapıtlardır. Bir düğün düzenlendiğinde veya bir eve yeni bir bebek doğduğunda bu olaylara büyük bir ilgi gösterirdi. Onun için sokakta yürürken ağır konularla uğraştığı zamanlarda bile birden durup okula giden bir çocuğun sırtını sıvazlayıp ona teşvik edici sözler söylemesi alışılmadık birşey değildi. Düşmanları onu papa, kral veya halife olarak tanımlasa da dostları onu sadece kardeşleri ve sevgili önderleri olarak görmekteydi.” Arkadaşlarından birisine yazdığı mektupta şunları söyledi: “Yakında gelip seni ziyaret edeceğim, o zaman beraber kahkahalar atabiliriz.”
Şimdi de Calvin’in yaşamına gölge düşüren ve onun hoşgörüsüzlük ve zulümle suçlanmasına neden olan bir olaya bakacağız.
Bu olay Calvin’in Cenevre’de hizmet ettiği sıralarda gerçekleşen Servetus’un ölümüyle ilgiliydi. Herkes tarafından kabul edilen şekliyle bu ölüm bir hatanın sonucuydu. Tarih sadece tek bir hatasız kişiyi bize tanıtmaktadır – günahkarların Kurtarıcısını. Tarihteki diğer herkes putperestliği önler şekilde zaafiyet izleri taşımaktadırlar.
Bununla birlikte Calvin, sanki bütün sorumluluk ona aitmiş gibi bu olay konusunda aşırı derecede sert bir şekilde suçlanmaktadır. Aslında Servetus yaklaşık iki ay boyunca yargılanmış ve sivil Konsey’in tam kararıyla ve bütün Hristiyan dünyasında kabul edilen yasalara uygun olarak bir cezaya çarptırılmıştı. Cezanın daha da ağır olmasını engellemek amacıyla Calvin, Servetus’un ateşle yakılmak yerine kılıçla öldürülmesini talep etmiş fakat bu teklif geri çevrilmişti. Calvin ve onun dönemindeki bu kişiler bizlerin yirmi birinci yüzyıl standartlarına göre derhal yargılanmamalıdırlar fakat on altıncı yüzyılın şartları da göz önünde bulundurularak bu olaya bakılmalıdır. Bu güne kadar Hristiyan öğretisinin geç fakat içten sonuçları olarak sivil ve dini hoşgörü, hapishane reformları, köleliğin sona erdirilmesi, köle ticareti, fedalizm, cadıların yakılması ve yoksulların durumlarının iyileştirilmesi gibi gelişmelere tarih tanıklık etmektedir. Bugün hoşgörüsüzlük olarak tanımlanan şeyleri kendi günlerinde savunan ve uygulayanların hataları o çağın genel bir hatasıydı.
Protestanlar, Roma’nın boyunduruğunu üzerlerinden daha yeni atmışlardı ve kendilerini savunma çabalarında sıklıkla hoşgörüsüzlüğe hoşgörüsüzlükle cevap vermeye zorlanmışlardı. On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Avrupa’daki halkın genel kanısı hükümetlerin ortodoksluğu koruyup savunmaya ve sapkın inancı cezalandırmaya hakkının olduğu yönündeydi. Bu kanıya göre inatçı heretikler ve Tanrı’ya küfür edenler eğer gerekli olursa ölümle bile susturulmalıydılar. Protestanlar sapkın inanç tanımlamalarında ve buna verilmesi gereken karşılık konusunda Roma Katolikleri’nden oldukça farklı bir şekilde ayrılmaktaydılar. Sapkın inanç, topluma karşı işlenmiş bir günah ve bazı durumlarda ise cinayetten daha kötü olarak görülmekteydi çünkü cinayet sadece bedeni yok ederken sapkın inanç aynı zamanda ruhu da yok etmekteydi. Bugün ise diğer aşırı bir uca kayılmış ve din karşıtlarının gerçeğin ve yanlışın ne olduğunu belirlemelerine izin verilir bir konuma gelinmiştir. On sekizinci yüzyılda hoşgörüsüzlüğün yaygınlığı giderek azalmaya başladı. Protestan İngiltere ve Hollanda baş rolü ele alarak sivil ve dini özgürlüğün sınırlarını genişletti ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası bütün Hristiyan mezheplerini eşit haklara sahip olarak görmeye başladı.
Calvin’in Servetus hakkındaki kararı, zamanın bütün Reformcuları tarafından tamamen onay görmüştü. Lutheran Kilisesi’nin teolojik olarak başı olan Melanchton Calvin’in ve Cenevre Konseyi’nin hareketini tam olarak onayladı ve hatta onları örnek alınması gereken birer model olarak gösterdi. Servetus’un ölümünden yaklaşık bir yıl sonra Calvin’e şunları yazdı: “Saygıdeğer bir şekilde Servetus’un cürretkar küfürlerini çürüttüğün kitabını okudum… Kilise sana minnet borçludur. Senin fikrine tamamen katılıyorum. Ayrıca yargıçlarının uzun süren duruşmalar sonucunda bu sapkın Servetus’u yargılamalarını tamamen onaylıyorum.” Almanya’daki reformcular arasında en önemli üçüncü sırayı alan Bucer, Zwingli’nin yakın dostu Bullinger, İsviçre’deki Farel ve Beza da Calvin’i desteklediler.
Daha önce de söylendiği üzere Roma Katolik Kilisesi bu dönemde Protestan’lara karşı oldukça hoşgörüsüz bir şekilde davranıyorlardı. Katolik zulümleri konusunda Philip Schaff şunları yazmıştır: “Yalnızca Albigenlere ve Waldensiyanlara karşı tarihin en güçlü ve etkili papalarından birisi olan Papa III. Innocent tarafından emredilen İspanyol Engizisyonu’nun işkencelerinden bahsetmek yeterli olacaktır. Bu zulümler yıllar içerisinde dini birer festival olarak kutlandılar. Hollanda’daki Alva Dükü’nün yönetimi sırasında 50.000’den fazla Protestan öldürülmüştü, Kanlı Mary’nin yönetimi altında ise birkaç yüz şehit Smithfield’ta yakılmıştı. Bu konuda sorumluluğu sivil hükümete yüklemek boşuna olacaktır. Papa XIII. Gregory St. Bartholomew katliamını sadece Roma’daki kiliselerde Te Deum ile kutlamakla kalmadı ayrıca devamlı olarak bu olayı simgeleyen ve üzerinde “Gazap Meleği tarafından katledilen Hügenotlar” yazan bir madalyayla anmaktadırlar.
Ardından Dr. Schaff şöyle devam etmektedir: “Roma Katolik Kilisesi ateş ve kılıçla zulüm uygulayarak gücünü ve bir dereceye kadar da tabiatını kaybetmiş oldu. Kilisenin içerisindeki yetkili kişilerden bazıları, özellikle de bulundukları ülke olan Amerika’da dini özgürlüğün bütün faydalarından yararlananlar açık bir şekilde zulüm fikrini reddetmişlerdir. Fakat Roma papalık divanı hiçbir zaman pratik olarak zülümlerin kendisinden kaynaklandığı teorilerini reddetmedi. Tam tersine, Reformasyon zamanından beri bir kaç Papa bu fikri daha da desteklediler… Papa IX. Pius bu çağın sapkın inançlarından birisi olarak dini hoşgörü ve özgürlük fikrini lanetledi. Ve bu papa, Vatikan’ın 1870 kararıyla resmen yanılmaz olarak ilan edidi.
Servetus bir İspanyol’du ve ister Katolik olsun isterse Protestan, Hristiyanlığa her şekilde karşı çıkıyordu. Schaff bu kişiyi, “rahatsız bir fanatik ve on altıncı yüzyılın en küstah ve en kötü heretiği” olarak tanımlamaktadır. Bullinger ise, “Eğer Şeytan cehennemden çıksaydı, Üçlübirliğe karşı bu İspanyolun söylediği cümlelerden daha küfür dolu cümleler kullanamazdı” demektedir. Roma Katoliği Bolsec, Calvin üzerine olan çalışmalarından birisinde Servetus’u, “çok cahil ve terbiyesiz bir adam ve yok edilmeye layık olan bir cani heretik” olarak tanımlamaktadır.
Servetus Viyana’dan Cenevre’ye gelmişti ve Cenevre’deki duruşma henüz daha devam ederken Konsey, Viyana’daki Katolik yargıçlardan Servetus ile ilgili bir ölüm kararı aldılar. Bu karara göre Konsey, daha önceden Servetus’un kitaplarının ve heykelinin yakılmasıyla başlamış olan cezalandırma sürecinin tamamlanması için onu Katolik yetkililere teslim etmek zorundaydı. Konsey bu isteği reddetti fakat adaleti tamamen yerine getireceği konusunda söz verdi. Servetus’un kendisi ise Katolikler tarafından kendisini bekleyen ateşlerin hazırlandığını bildiğinden ötürü Cenevre’de yargılanmayı tercih etmişti. Viyana’dan gelen bu mektup, Cenevre’nin doğru öğreti konusunda karar verme konusunda daha da gayretli kıldı çünkü Cenevre bu anlamda Roma Kilisesi’nden daha da geride kalmak niyetinde değildi.
Cenevre’ye gitmeden önce Servetus, uzun uzun yazdığı mektuplarla Calvin’in dikkatini üzerine çekmeye çalışmıştı. Bir süreliğine Calvin bu mektuplara uzunca karşılıklar yazsa da, konunun hiçbir yere ulaşmadığını farkederek buna da son verdi. Bununla birlikte Servetus yazmaya devam etti ve bu sefer mektupları daha önce olduklarından daha küstahça ve hakaret dolu olmaya başlamışlardı. Servetus, Calvin’i ortodoks protestanlığın papası olarak tanımlamaktaydı ve Calvin’i ya tahtından indirmeye ya da kendi yanına çekmeye kararlı olduğunu söylüyordu. Servetus Cenevre’ye geldiğinde şehir konseyinin başındaki parti olan Libertine partisi Calvin’e karşı görüşleri ile tanınıyordu. Servetus bir şekilde bu partiye katılıp Calvin’i konseyden hatta şehirden kovdurmayı planlamıştı. Calvin bu tehlikeyi sezmişti ve Servetus’un kendi sapkın öğretilerini Cenevre’de yaymasına izin vermeyecekti. Bu nedenle de böylesine zararlı bir adamı zararsız hala getirmek, ya tövbe etmesini ya da hak ettiği cezayı almasını sağlama konusunda kararlıydı. Servetus tutuklanışının ardından mahkemeye çıkarıldı. Calvin duruşmanın teolojik kısmını yönetti ve Servetus temel sapkınlıktan ve Tanrı’ya küfür etme sebeplerinden dolayı suçlu bulundu. Uzun süren bu duruşma sırasından Servetus daha da cesaretlendi ve Calvin hakkında en ağır suçlamalarda bulunarak onun hakkındaki genel görüşü değiştirmeye çalıştı. Duruşmanın sonucu sivil mahkemeye bırakılmıştı ve alınan karar ise Servetus’un yakılarak öldürülmesiydi. Calvin her ne kadar bu cezanın hafifletilmesin için yalvardıysa da bu konuda pek başarılı olamadı.
Calvin’in yaşamı hakkında şu ana kadar yazılmış en detaylı ve tarihsel olarak en tutarlı kitap olan Jean Calvin’in yazarı Dr. Emile Doumergue, Servetus’un ölümü hakkında şunları yazmıştır: “Calvin, Servetus Cenevre’ye gelip kendisine saldırmaya başladığında onu tutuklattırmıştı. Her ne kadar onun ölümle cezalandırılmasını istediyse de kesinlikle yakılarak öldürülmesini istememişti. 20 Ağustos 1553’te Farel’a yazdığı bir mektupta şunları söyledi: “Servetus’un ölüm cezasına çarptırılmasını umuyorum ama asıl umut ettiğim şey ise onun verilebilecek ceza olan ateşe yakılmaktan ve bu cezanın acımasızlığından esirgenmesidir.” Farel 8 Eylül’de şu cevabı yazdı: “Bu yürek yumuşaklığını tam olarak onaylamıyorum.” Ardından ise Calvin’i şu sözlerle uyardı: “Servetus’un cezasının acımasızlığının ortadan kaldırılmasını isteyerek aslında senin en büyük düşmanın olan bir adama sanki dostunmuş gibi davrandığın gözüküyor. Fakat duam şudur ki, davranışları öylesine bir şekilde düzenle ki gelecekte hiçkimse bu adamın yaptığı gibi sorun çıkaracak ve böylesine sapkın öğretileri her yerde yayacak cesareti kendinde bulamasın.”
Bu olay üzerine Calvin düşüncesini değiştirmediyse de bunun gerçekleşmesini sağlayamadı. 26 Ekim’de Farel’a yazdığı diğer bir mektupta şunları söyledi: “Yarın Servetus idam edilmek üzere dışarı çıkarılacak. Ölüm şeklinin değiştirilmesi için elimizden geleni yaptıysak da herşey boşa gitti. Bir sonraki buluşmamızda sana bunun nedenlerini teker teker anlatırım.”
Bu yüzden aslında Calvin’e sitem edildiği konuda Calvin’in düşüncesi ve hareketleri tam tersineydi. Tarih bize Calvin’in Servetus’un ölümünden sorumlu tutulamayacağını göstermektedir. Servtus’u kül oluncaya kadar yanmaktan kurtarabilmek için elinden geleni yaptı.
Doumergue, Servetus’un ölümünün Calvin’in kendisinin sorumlu olduğu bir olayu değil Calvin’in yaşadığı çağın bir hatası olarak değerlendirmektedir. İdam cezasının verilmesi birçok İsviçre Kilisesi’ne danışıldıktan sonra gerçekleşmişti ve bu kiliselerden bazılarının Calvin’le pek iyi dostlukları yoktu. Bunun dışında, verilen ölüm kararı, içerisinde Calvin’in sıkı düşmanlarının çoğunlukta olduğu bir Konsey tarafından verilmişti.”
Calvin’in kendisi de daha sonraki yazılarında bu sorumluluğu reddetmektedir: “Servetus’un sapkın inanç suçlamasından dolayı suçlu bulunduğu günden itibaren onun ölümüyle ilgili tek bir kelime etmedim ve bütün dürüst insanlar buna tanıktırlar.” Daha sonraları kendisine yapılan bir saldırıya verdiği cevapta da şunları yazmaktadır: “Asıl öğrenmek istediğim şey beni hangi hareketimden dolayı suçladığınızdır. Eğer o büyük efendiniz Servetus’u kastetmiyorsanız böylesine bir hareketten haberim yoktur. Fakat bu konuda söyleyeceğim şey şudur ki, aralarında iki kişinin onun en büyük savunucusu olan yargıçların önünde içten bir şekilde ölüm cezasının kaldırılması için yalvardım.”
Servetus’un tutuklanmasından önce ve duruşma sırasında Calvin, ölüm cezasını Musa’nın yasasına, Yahve’nin adına söven mutlaka öldürülecektir (Levililer 24:16) prensibine dayandırıyordu. Calvin bu yasayı Kutsal Yasa’nın diğer kısımları kadar bağlayıcı ve heretiklikle direkt ilgili olarak görüyordu. Buna rağmen bütün kararı Sivil Konsey’e bırakmak zorunda kalmıştı. Konsey ise Servetus’u Reformasyonun en büyük düşmanı olarak görmüş ve Kilise’ye karşı çıkanları cezalandırma ve yargılama hakkının devlette de bulunduğu kararına varmıştı.
Hollandalı bir teolog ve devlet adamı olan Dr. Abraham Kuyper’un bu konuda yaptığı bir konuşma dikkate değerdir: “Hükümetin herhangi bir tür sahte dini veya putperestliği yok etme görevi Kalvinizm’in yeni bir icadı değildir. Fakat bunun kökleri büyük Konstantin’e ve onun tahta gözünü dikmiş olan paganların uyguladıkları korkunç zulümlere verdiği bir tepkiye dayanmaktadır. O günlerden itibaren bu prensip bütün Romalı teologlar tarafından savunulmuş ve prensler tarafından uygulanmıştır. Luther ve Calvin’in zamanında ise evrensel kanı bu sistemin doğru bir sistem olduğu yönündeydi. Bu periyodun bütün ünlü teologları, aralarında Melanchton’un da başı çekmesiyle Servetus’un ölümünü onaylamışlardı. Fakat bir Kalvinist olarak kendim bu sistemi reddediyorum ve Kalvinizm’in kendisinin de buna temel olarak karşı olduğunu cesaretle söylüyorum.”
SONUÇ
Bu noktaya kadar Kalvinist sistemi detaylı bir şekilde inceleyerek bu doktrinlerin kilise, devlet, toplum ve eğitimdeki etkisini gördük. Ayrıca Kalvinizm’e karşı öne sürülen karşı çıkışları ve sistemin kendisinin pratik anlamdaki önemini vurguladık. Şimdi ise bu sistemin bir bütün olarak genel bir şekilde gözden geçirilmesiyle ilgileneceğiz.
Kişilerin veya sistemlerin karakterlerinin gerçekten nasıl sınanmaları gerektiğini Mesih’in kendi sözlerinde görüyoruz: “Onları meyvelerinden tanıyacaksınız.” Bu standart aracılığıyla Kalvinistler ve Kalvinizm sevinçle test edilmeye hazırdırlar. Reform inancına sıkı sıkıya bağlı olanların yaşamları bu öğretinin etkisini açıklamaktaki en iyi ve en kapsamlı argümandır. Smith, Kalvinizm’i, “modern dünyanın yaratıcısı, kahramanların ve sayısız şehitlerin annesi ve tarihin ağacı meyvesine göre yargılamasıyla bütün Hristiyan dünyasının en iyi inanç açıklaması” olarak tanımlamaktadır. Tarihe tarafsız olarak bakan birisi asıl iyi karakteri oluşturan ve özgürlüğün temsilcisi olarak Kalvinizm’in diğer bütün dini sistemler arasında en üst yeri aldığını görecektir. Tarafsız bütün tarihçiler, modern dünyaya dini ve sivil özgürlüğün tadını verenin Roma’ya karşı ayaklanmış olan Protestanlık olduğunu bilirler. Buna ek olarak en büyük özgürlükleri ve başarıları yaşayanların Kalvinizm’in etkisi altında geliştikleri de açıkça tarih sayfalarında yer almaktadır. İngiltere, İskoçya ve Amerika gibi ülkeleri, hiç bir zaman Kalvinizm’in etkisi altına girmemiş olan Fransa, İspanya ve İtalya’yla karşılaştırdığımızda pratik sonuçların ne olduğunu daha açıkça görürüz. Roma Katolik ülkelerindeki ekonomik ve ahlaksal çöküntü doğum oranlarında bile öylesine büyük bir azalışa neden olmuştur ki nüfus neredeyse devamlı sabit kalmakta, diğer ülkelerde ise dengeli bir şekilde artmaktadır.
Kilise tarihine kısa bir bakış bizlere gösterecektir ki bugün Kalvinizm olarak bilinen doktrinler Reformasyon’un gerçekleşmesini sağlayan ve bugüne kadar ana mesajının korunmasında ana rolü oynayan doktrinlerdir. Avrupa ve Amerika tarihi hakkında derin bir bilgiye sahip olanlar Dr. Cunningham’ın şu ifadesine katılacaklardır: “Dünya için Pavlus’tan sonra en çok şey John Calvin tarafından gerçekleştirilmiştir.” Dr. Smith ise şunlar söylemektedir: “ Kalvinizm’e inananların kanları ve çabalarının birer meyvesi olarak ortaya çıkardıkları bu inançtan dualarımızı, öğretilerimizi ve Hristiyan evlerimizi miras aldığımız gerçeği Kalvinizm’i kötüleyenlerin ağızlarını kapatmalıdır.”
Kalvinizm’in asıl azizlerin ve kahramanların inancı olduğunu söylediğimizde tarihin açık tanıklığını tekrar etmekten başka birşey yapmamış oluyoruz. “Sebep ne olursa olsun” der Froude, savaşan tek Protestanlar her zaman Kalvinistler olmuşlardır.
McFetridge ise şunları eklemektedir: “Dünyadaki hiçbir inanç sisteminde Kalvinizm kadar iman uğruna ölenlerin böylesine görkemli bir tablo çizdiği görülmemiştir. İmanı inkar etmek veya vicdanlarında bir leke bırakmak yerine alevlere yürüyen hemen hemen bütün erkek ve kadınlar ilk olarak sadece Tanrı’nın Oğlu’nun izleyicileri değil fakat ayrıca Cenevre’yi Avrupa’nın ışığı yapan Tanrı’nın hizmetkarının, John Calvin’in de izleyicileriydi.” Modern dünya son yıllarda yavaş da olsa farkına varmaya başladığı fakat asla asıl değerini ödeyemeyeceği bu sistemin tanrısal canlılığına ve meyve verişine çok şey borçludur.
Kalvinist teolojinin özgürlüğü seven insanlar geliştirdiğini daha önce söylemiştik. Bu doktrinler her nerede yayılsa orada despotizm yok olmaktadır. Bundan da beklenebileceği üzere Kalvinizm devrimsel bir kilise yönetimi şekline kaynaklık etmiştir. Bu sisteme göre insanlar sadece tek bir kişinin atadığı rahipler tarafından değil kendilerinin seçtiği ihtiyarlar tarafından yönetilmeliydi. Bu yüzden din, insanların üzerinde değil insanlarla birlikte yaşanmaktaydı.
Şimdi de Kalvinizm’e müjdecilik anlamında bakmamız gerekmektedir. Herhangi bir dini doktrin için uygulanabilecek en pratik test bu doktrinin diğer sistemlerle karşılaştırıldığında dünyaya müjdenin duyurulmasına gösterdiği başarıdır. Günahkarları kurtarmak ve onları tanrısallığa yönlendirmek kilisenin bu dünyadaki başlıca amaçlarından bir tanesidir. Her ne kadar diğer açılardan popüler gözükürse gözüksün bu testten geçemeyen bir sistem kenara koyulmalıdır.
İlk uyanış Petrus’un Yeruşalim’de yaptığı konuşmanın ardından üç bin kişinin iman etmesiyle gerçekleşmişti. Petrus bu konuşmasında şu sözler de yer almaktaydı: “Elçilerin İşleri 2: 23 Tanrı’nın belirlenmiş amacı ve öngörüsü uyarınca elinize teslim edilen bu adamı, yasa tanımaz kişilerin eliyle çarmıha çivileyip öldürdünüz. Bu olaydan kısa bir süre sonra ise biraraya gelen imanlılar şu sözleri söylediler: “Elçilerin İşleri 4: 27-28 “Gerçekten de Hirodes ile Pontius Pilatus, bu kentte İsrail halkı ve öteki uluslarla birlikte senin meshettiğin kutsal Kulun İsa’ya karşı bir araya geldiler. Senin kendi gücün ve isteğinle önceden kararlaştırdığın her şeyi gerçekleştirdiler.”
Bu sözler saf Kalvinizm’den başka birşey değildirler.
Kilisedeki bir diğer uyanış ise 4. yüzyılda Augustine’in etkisinde gerçekleşen ve bu doktrinlere dayanan bir uyanıştı. Herkes tarafından Yeni Antlaşma zamanından itibaren doğru dinin en büyük uyanışı olarak tanımlanan Reformasyon ise Luther, Zwingli ve Calvin gibi önceden belirlemeye inanan vaizler tarafından gerçekleştirilmişti. İlk Protestan misyoner kuruluşu 1555 yılında Brezilya’ya gönderilen bir ekiple birlikte Calvin ve Amiral Coligny’e aitti.
McFetridge bizlere Metodist Kilisesi’nin doğuşu hakkında pek de bilinmeyen bir bilgi vermektedir: “Metodist Kilise’sinin bir uyanışın ardından başladığını söyler dururuz. Gerçekten de öyle olmuştur. Ancak bu uyanışın baş aktörü Wesley değil, taviz vermez bir Kalvinist olarak tanınan George Whitefield’tı. Wesley’den yaşça küçük olmasına rağmen ilk olarak tarlalarda vaaz vererek kalabalıkları arkasından sürükleyen ve kilise yapımı için para toplamaya çalışan ilk kişi Whitefield’tı. Kendisine yardım etmeleri için iki Wesley’i de yanına çağıran Whitefield’tı. Ve Whitefield Wesley kardeşlerin bu harekete karşı olan önyargılarını kırabilmek için çok uğramıştı. Whitefield, Bristol ve Kingswood’ta çalışmaya başladıktan sonra imana kazandırdığı kişilerin sayısı binleri aşmaktaydı. Bu amaç için de bir kilise oluşturmaya karar verdiğinde yardım için Wesley’e danıştı. Fakat Wesley görüşlerinde farklı bir kişiydi. Bebeklerin vaftiz edilmesine inanıyordu ve kiliseden ayrılan kişilerin kiliseye tekrar alınmadan önce tekrar vaftiz edilmelerini şart koşuyordu. Ona göre kilise dışında hiçbir yerde vaaz verilemezdi. Bu konuda ise şunları söyledi: “Bana göre ruhları kilisenin dışında kurtarmak neredeyse bir günahtır.” Bu şekilde Whitefield bu uyanış zamanında Wesley’le birlikte çalışmak için onun yardımını istediyse de Wesley geri adım attı ve geri çekildi. Sonunda Whitefield’ın ikna çabalarına boyun eğdi. John Wesley ve Charles Wesley bir konuda karar vermek için Kutsal Kitap’tan rasgele bir sayfa açarak parmaklarını bir ayete bastırırlardı. Fakat sıklıkla buldukları ayet cevap aradıkları soruyla uzaktan yakından alakalı değildi. Bunun ardından ise yazı-tura atarak konuya açıklık getirmeye çalışırlardı. İşte aynı bu şekilde Wesley’ler Whitefield’ın çağrısına olumlu cevap verip vermeme konusunda karar vermişlerdi. Bu şekilde bir metodla girdiği bu iş sayesinde Wesley o günden itibaren devamlı yüceltilmekte ve saygı duyulmaktadır.”
Metodist hareket Whitefield’a öylesine borçluydu ki o, Metodizm’in Kalvinist kurucusu olarak tanınıyordu ve eğitimli kişilerin gözünde de hayatının sonuna kadar bu hareketin temsilcisi olarak kaldı. Bu yüzden Metodist kilisesinin doğduğu bu büyük dini hareket, Arminyanizm’den değil Kalvinizm’den kaynaklanmaktadır.
“Bu yüzden Wesley, bu konudaki katkıları yüzünden yüceltilecekse o kiliseye ilk başlangıcını yaşatan ve kilisenin kendine özgü özelliklerini ortaya çıkartan Kalvinist George Whitefield’ı da unutmamalıyız.
Dünyanın en iyi vaizlerinden birisi olarak sayılan ünlü İngiliz Baptist vaiz Charles Hadden Spurgeon (1834-1892) şunları söylemiştir: “Kendime Kalvinist demekten asla utanmıyorum. Baptist adını kendim için kullanmaktan da çekinmiyorum ancak bana inancımın ne olduğu sorulursa vereceğim en basit cevap, “İsa Mesih’tir” şeklinde olacaktır.”
Tekrardan altını çizmek gerekirse, bir çok Kalvinist vaizimiz Tanrı’nın halkını beslememektedirler. Kısıtlı kefaretin doğru oluduğunu düşünürler fakat bı doktrini inanç açıklamalarının sandığına kilitler ve hizmetlerinde hiç dışarı çıkartmazlar. Sona kadar dayanma doktrinine inanırlar ama bundan bahsetmeme konusunda da sona kadar dayanırlar. Etkin çağrı diye birşey olduğunu bilirler ama bunu vaaz etmeye etkin bir şekilde çağrıldıklarını unuturlar. Onlarda bulduğumuz en büyük hata, inandıkları şeyleri dışarı aktarmamalarıdır. Eğer bu kişileri elli kere dinlemiş olsanız bile müjde doktrinlerinin ve kurtuluş sistemlerinin nasıl olduklarını bilemezsiniz. İşte tam da bu yüzden Tanrı’nın çocukları bu konularda açlık çekmektedirler.
Yabancı misyonlar hakkındaki çalışmalara baktığımızda da bu inanç sisteminin, müjdenin tanrısız uluslara götürülmesi konusunda en temel ve en önemli araç olduğunu görürüz. Kalvinizm’in liberal karşıtlarının Kalvinizm’i kilisenin içerisine sokmakla suçladıkları Pavlus, müjdeciler arasında en etkilisi ve en başarılısıydı. Protestan müjdeciliğinin yapı taşlarına baktığımızda ise hemen hemen bunların tamamının Calvin’in öğrencilerinden geldiğini görürüz. Cary Martin Hindistan’da, Livingstone ve Moffat Afrika’da, Morrison Çin’de, Paton güney denizlerinde ve daha birçoğu dünyanın farklı yerlerinde çalışmışlardır. Bu kişilerin hepsi statik değil ama dinamik olan bir Kalvinizm’i ikrar etmiş ve yaşamış ve Kalvinizm’e sadece inanç açıklamaları olarak değil yaşam şekilleri olarak da bakmışlardır.
Kalvinizm’in düşmanları tarihin tanıklığıyla karşı karşıya gelememektedirler. Modern uygarlık tarihinin en görkemli kayıtları her zaman bu inanç sisteminden bahsetmektedir. Kalvinizm, verilebilecek bütün örneklerden de üstün olarak insanın bireyselliğini vurgulamış ve insanın Tanrı’yla ve sonsuzlukla olan ilişkilerindeki sorumluluğunu kuvvetli bir ışıkla aydınlatmıştır.
Eğer müjde bir insana sunulduğunda o kişiyi korkutmuyor ve hayranlık içerisinde bırakmıyorsa gerçekten de müjde değildir. Fakat kim şu ana kadar bu hisleri her insanın kendi kaderini çizdiğini öğreten Arminyanizm’de bulabilmiştir? Birçoklarının yaptığı gibi Kalvinizm’i basitçe görmezden gelmek veya aşağılamak yeterli değildir. Asıl soru şudur: “Bu doktrinler gerçek midirler? Eğer gerçeklerse neden onları aşağılayalım? Eğer gerçek değillerse bunu kanıtlayalım!